Samim Akgönül: 'Azınlık haklarını kaldırın'

Taraf gazetesinde 5 Mart günü yayımlanan yazısında Samim Akgönül, günümüzde artık 'azınlık' kavramının toplumsal algılamadan ve hukuktan çıkması gerektiğini savunuyor. Azınlık kavramının tarihsel sürecini anlatan Akgönül, 'azınlık kavramı azınlıklara zarar vermektedir' diyor. Akgönül, artık 'millet sisteminden' vazgeçilmesi gerektiğini anlatıyor.

Günümüzde, azınlık kavramının hukuktan ve de toplumsal algılamadan çıkarılma zamanı gelmiştir. Zira azınlık olmak azınlıklara zarar vermekte.

Türkiye’de Yeni Anayasa yapımı ve demokratikleşme tartışmaları içinde azınlıkların durumu tekrar gündeme geldi. Patrik Bartholomeos’un Anayasa Alt Komisyonu üyelerinin önünde yaptığı konuşma ve birinci sınıf vatandaşlık ve eşitlik vurgusu bu konuyu daha da alevlendirmekte. Bu çerçevede, Türkiye’de yeni bir döneme geçişte Azınlık hakları kavramının, daha doğrusu Azınlık kavramının terk edilmesini öneriyorum. Daha açık bir şekilde söylemek gerekirse böyle bir kavramın ters teptiğini, Türkiye’deki azınlıklara mensup birey ve kurumların haklarına zarar verdiğini düşünüyorum.

Neden bahsettiğimi anlatabilmek için önce bir kaç noktayı açığa kavuşturmak gerek.

1. Uluslararası Hukukta ve Siyasette 1990’ların başından beri “Azınlık hakları” üzerine yeni, yepyeni bir literatür oluştu. Bilindiği gibi ve kısaca ifade etmek gerekirse Azınlık hakları külliyatında üç başlıca dönemden söz edilebilir. Birinci dönem Milletler Cemiyeti himayesindeki kolektif haklar dönemidir ki bu çerçevede imzalanan anlaşmalar azınlıkları kendi statüleri içine hapsediyor gerekçesiyle çok eleştirilmiştir. Lozan Antlaşması da bu antlaşmalardan biridir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ikinci döneme girilmiş, BM dönemi denebilen bu 50 yıllık dönemde tabiri caizse “Azınlık” kavramı uluslararası hukukun tamamen dışına bırakılmış, birkaç istisna dışında (örneğin 1976 tarihli Sivil Ve Siyasi Haklar hakkındaki Uluslararası Sözleşmenin 27. Maddesi) hak ve özgürlükler konusu sadece bireylere odaklanmıştır.

Üçüncü dönem, 1990 sonrası Dünya’da azınlık konularının tekrar gündeme gelmesi ve hatta azınlıklarla ilgili savaşların patlak vermesiyle başlar. 1990’ların başında bu konuda birçok önemli gelişme kaydedilmiştir. Özellikle, Türkiye’nin de üyesi olduğu Avrupa Konseyi ve AGİT çerçevesinde yapılan çalışmalar (örneğin Ulusal Azınlıklar Başkomiserliğinin tesis edilmesi, Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı, Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkları Koruma Çerçeve sözleşmesi) Azınlık konusunda yeni bir yaklaşım yaratmıştır. Önceki iki dönemin bir sentezi olarak görülebilecek bu literatürde azınlıklar korunmakta, ancak azınlıklara ait kişilere bireysel haklar öngörülmektedir, Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse söz konusu haklar azınlık hakları değil, azınlıklara ait bireysel haklardır. Bireyler bu hakları ister kullanır ister kullanmazlar. Azınlıkların kolektif hakları yoktur. Zira kolektif hak bireyi azınlığın içine hapseder.

2. Gene azınlık hakları literatüründe iki farklı hak kategorisinden söz edilebilir. Bunlardan birincisi ve en genel olanı “Negatif haklar” olarak nitelendirilen, bir ülkedeki bütün vatandaşlar arasında eşitliği öngören kısacası ayrımcılığı yasaklayan haklardır. Bu hakların eşitliği somut olarak sağlayamadığı durumlarda belirli azınlık grubuna verilen “pozitif haklar” da vardır. Bu haklar hiçbir şekilde ayrıcalık olarak görülemez. Belirli bir durumda gene eşitliğe ulaşmak için öngörülen haklardır.

Kelimeler eş anlamlı kullanılsa da değişik bağlamlarda, değişik sosyal olgulara işaret ederler. Örneğin ABD bağlamında Minority kelimesi cinsel ve ırksal toplulukları ifade ederken, Fransa bağlamında aynı kelime (Minorité) göçmen asıllıları işaret eder. Türkiye’de ise azınlık deyince akla gayrimüslimler, daha doğrusu Rumlar, Ermeniler ve Museviler gelir. Bunun sebebi sık sık tekrarlandığı gibi Lozan antlaşması değil millet sisteminin, hâlâ günümüzde en etkin kriter olmasıdır. Diğer bir deyişle Türk Müslüman’dır ve Türk olmayan Müslümanlar Türklüğe dahil edilebilir görünürken Gayrimüslimler ulusun ve dolayısıyla toplumun periferisine yerleştirilirler. Ezilmişlik, ikinci sınıf vatandaşlık, varoluş meşruiyetinden yoksun olmak anlamında AZINLIKTIRLAR.

İşin ilginç tarafı bu kadar ağza ve kaleme sakız edilen Lozan antlaşmasının “Azınlıkları koruma” bölümünün kimse tarafından bilinmemesi, bilinse de bilinmiyormuş gibi yapılmasıdır. Bu anlamda Lozan antlaşması malûm bir sırdır. Aslında kamuoyuna tekrar tekrar yalan söylenerek yutturulmaya çalışıldığı gibi bu antlaşmanın söz konusu bölümü Rumlardan, Ermenilerden ya da Musevilerden, hele hele Patrikhane’den hiç bahsetmez. 37’den 44’e kadar olan maddeleri bu ülkede yaşayan herkese, bu ülkenin vatandaşlarını, bu ülkede anadili Türkçe olmayanları ve Müslüman olmayanları zikreder. Bu maddelerin ana amacı yurttaşlar arasında eşitlik teşkil edebilmektir. Hiçbir ayrıcalık getirmez. Maddelerin hemen hemen hepsi yukarıda negatif haklar olarak tanımlanan haklara dairdir. Pozitif hak olarak nitelendirilebilecek tek kısım 41. Maddenin 2. Fıkrasıdır: Bu fıkraya göre “Müslüman-olmayan azınlıklara mensup Türk uyruklarının önemli bir oranda bulundukları il ve ilçelerde, söz konusu azınlıklar, Devlet bütçesi, belediye bütçesi ya da öteki bütçelerce, eğitim, din ya da hayır işlerine genel gelirlerden sağlanabilecek paralardan yararlanmaya ve pay ayrılmasına hak gözetirliğe uygun ölçülerde katılacaklardır.” Görüldüğü gibi bu fıkra bile tam bir pozitif hak sayılamaz zira Devlet herkesten vergi aldığı halde, Müslüman olanlar için para harcamaktadır, doğal olarak eşitlik ilkesi çerçevesinde Müslüman olmayan yurttaşlar için de harcamalıdır. Kaldı ki, söylemeye gerek yok, bu fıkra hiçbir zaman uygulanmamıştır.

Sonuçta Lozan’ın “Azınlıkların korunması” bölümü baştan sona ihlal edildiği gibi, bu bölüm sırf Gayrimüslimlerin azınlık statüsünde algılanmalarına yol açtığı için adı geçen grupların ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmelerine de yol açmıştır.

Günümüzde, kanımca azınlık kavramının hem hukuktan hem de toplumsal algılamadan çıkarılma zamanı gelmiştir. Zira azınlık olmak azınlıklara zarar vermektedir. Başka hukuki ve toplumsal bağlamlarda azınlıkların eşit vatandaş olmalarını sağlayan azınlık kavramı, son derece kirlenmiş olduğu Türkiye’de bu görevini yerine getirememektedir.

Yüzde yüz eşitlik, anayasal vatandaşlık, Kamu harcamalarının adil dağılımı, Devlet’in bütün inançlara ve inançsızlığa eşit mesafede durması, Devlet’in bütün dillerin kullanımı ve aktarımının önündeki engelleri kaldırmaktan da öte, bunu hukuki düzenlemeler ve finansal yardımlarla cesaretlendirmesi, her grubun kolektif menkul ve gayrımenkul değerlerini temsil eden vakıfların eşit düzeyde muamele görmesi (yani “cemaat vakıfları” statüsünün lağvedilmesi), kanımca Türkiye’de var olan tanınmış (Gayrimüslim) ve sosyolojik (Aleviler, Kürtler, Lazlar...) bütün azınlıkların kendilerini evlerinde ve eşit hissetmelerine vesile olacaktır. Kısaca söylemek gerekirse Türkiye’de azınlıkların korunabilmeleri için, korunmaya ihtiyaç duymamaları ve dolayısıyla azınlık olmamaları gerekir.

Artık Millet sistemini terk etmenin zamanı gelmiştir.

 

SAMİM AKGÖNÜL

05 Mart 2012, Taraf