OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Alparslan’lar burada, Diyojen’ler nerede?

Malazgirt ‘Zaferi’nin 942. yıldönümünü en kalbi duygularımızla idrak ettik, emeği geçenler sağ olsun. Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç, bakanlığı süresindeki en büyük icraatı yaparak ve üstelik masraftan da kaçınmayıp, ta Kırgızistan’dan 71 tane kıl çadır getirtip, içine 1071 tane Alparslan koydu. Helal olsun valla, kolay mı? (Bu arada, çadır sayısının girift sembolizmi de Bahçeli’yi kıskandıracak cinsten: “Başındaki 10’u aaat, ne kaldı, yetmiş biiiir. Dik o zaman 71 tane çadır). Bir de Bakan Kılıç, insana her daim kasılmış bir aktörden Macbeth provası izliyormuş izlenimi veren, öğrenilmiş, spiker tarzı ve davudi sesiyle, Romen Diyojen esir düştükten sonra Alparslan’la aralarında geçen, Alparslan’ın Diyojen’e ‘en büyük’ ceza olarak onu serbest bırakmasıyla sonuçlanan, dramatik unsurları yüksek diyaloğu kıl çadırların ortasında canlandırsaydı, ismi bakanlık tarihine altın harflerle kazınırdı. Bakanlığın sitesindeki duyuruya göre, “Program kapsamında Türklerin önemli bir geleneği olan gökbörü oyunu da canlandırılacak”mış. Ben bu oyunu bilmiyorum, muhtemelen Türk olmadığım için; ama yoldan çevireceğiniz kaç Türk’ün suratına “gökbörü” dediğinizde oyunun kurallarını anlatmaya koyulur, kaçı “Acaba küfür mü etti, burnunun üstüne çaksam mı bi tane?” diye düşünür, emin değilim. Bir de, AKP ne ara Ötüken’den seda verir oldu, kaçırmışım.

Ayrıca, benim başka bir endişem daha var: Alparslanlara doping kontrolü yapıldı mı? Malum, Suat Kılıç’ın bakanlığı sırasında birçok sporcu dopingli çıktı. Romen Diyojen doping kontrolü falan isterse mahçup olmayalım sonra. Mazallah, Uluslararası Atletizm Federasyonu, dopingi bahane ederek (ne de olsa Batı), sahada kazandığımız zaferi ‘masa başı oyunlarıyla’ elimizden alıp Malazgirt’i iptal ederse, ‘ellerimizde çiçekler’ Anadolu kapılarında kalı kalıveririz. Bir bakmışsın kapı duvar, aman diyim. Valla bu sefer Kürtler, Ermeniler de Bizans’a karşı yardım etmez, çünkü birincisi akıllandı, ikincisinden de kalmadı.

Gelelim bu tip kutlamaların mantığı ve ideolojisiyle ilgili ‘ciddi’ çarpıklıklara. Bunlardan biri, tarihte, hele hele uzak tarihte yaşamış insanlara ‘atalarımız ve ötekiler’ anlayışıyla bakmanın çarpıklığı. Sanki hiçbir grup hiçbir grupla temas etmemiş, karışmamış, onca siyasi altüst oluş, onca asimilasyon yaşanmamış da, her bir grup bir paket olarak 900 küsur evvelden bugüne postalanmış. Birey ölçeğinde bakacak olursak, durumun saçmalığı kendini daha da net gösteriyor; zira hiç kimse 942 yıl evvelki atalarının kim olduğunu bilemez, hiç kimse bilemeyeceği için toplu olarak da bilinemez. Hiç düşündünüz mü, bugün yaşayan bir bireyin ‘atalarım’ diyeceği kaç kişi 1071’de ortalarda dolanıyordu? Ben merak ettim, hesaplamaya çalıştım. Bunun formülü şu: n, günümüzden 1071’e kadar değişen kuşak sayısı olmak üzere, bugünkü bir kişinin 1071’deki anne ve baba tarafından atalarının toplam sayısı 2n dir. Üstelik, bu hesaba amca, dayı, hala gibi ikincil unsurlar dahil değil. Velhasıl, en muhafazakâr tahminle bile, bugün yaşayan bir âdemoğlunun/havvakızının 1071’deki ata sayısı yüzbinler eder. Birinin, bunların her birinin kim olduğunu, neler yaptığını bildiğini iddia etmesi kadar akıl havsala dışı bir şey olabilir mi? Belki Suat Kılıç’ın atalarının bir kısmı Alparslan’ın ordusundayken, bir kısmı da Diyojen’in ordusundaydı, muhtemelen çok daha büyük bir kısmı ise ‘başka diyarlar’daydı, aynı sizin benim atalarımızın olduğu gibi. Sabahattin Eyüboğlu zamanında bunu çok güzel ifade etmiş: “Fetheden de biziz, fethedilen de”, fazla heyecana gerek yok. Yok, tarihe illa biz veya onlar şeklinde bakmakta ısrar ediyorsak, uzak tarihteki herkes bizim için ‘onlar’dır, bugün yaşayan herkes de ‘biz’iz.

Malazgirt, İstanbul’un fethi gibi kutlamalarda çarpık olan bir başka nokta da, bunlarla anlatılmak istenen durum veya verilmek istenen mesaj. “Biz buraları kaba kuvvetle, kılıç zoruyla aldık”, diye her sene tekrar tekrar cümle âleme ilan etmenin mantığı nedir? Üstelik seni, ‘işgalci barbar’ ilan etmeye çalışanlar varken... Hadi, denebilir ki, o zamanın yüceltilen değerleri bunlardı: savaş, kahramanlık, fetih, ölme, öldürme. İyi de, sen neden bugün hâlâ o değerleri kutsuyor, yüceltiyorsun? Ayrıca, bir coğrafyayla bütünleştiği, onu benimsediği iddiasında olanlar, onu ‘aslında başkalarından aldıklarını’ durmadan hatırlar ve hatırlatır mı? İnsanın yaşadığı yerle kurduğu bağın bu şekilde olması sağlıklı mıdır? Diyelim ki ‘geldiğin’ konusunda ısrarcısın; tamam ama bak geleli çok oldu, artık yerleş, rahatla, benimse. Geldiğini sen unutmazsan, başkaları nasıl unutsun? Tabii, aslında kimsenin ‘geldiği’ yok. Daha doğrusu, mesele kimin geldiği/gelmediği değil; mesele, bugün yaşayanların, birbirinin ayağına basmadan yaşamasını sağlayacak sistemi oluşturmak. Yoksa, gelen de sağ olsun, gelmeyen de.

O sistem de öyle bayat Malazgirt, Anadolu’nun kapıları hikâyeleriyle kurulamaz. Hadi, o anlayışta Müslüman olmayanlara eşitlik temelinde zaten yer yok, biliyoruz, eyvallah. Peki de, mesela Kürtlere de mi 942 yıl evvelki Alparslan üzerinden ulaşılacak? Nitekim Kılıç, törendeki konuşmasında, “942 sene önce bu ovada Kürt’ün, Türk’ün ve Arap’ın ortak kaderi yazıldı. O nedenle diyoruz ki Malazgirt 1071, kaderimiz bir. Allah kaderimizi bozmasın” demiş. Gerçekten çok stratejik bir hamle. Bunun üzerine Kürtler, “Tüh, doğru ya, biz Alparslan’ı hepten unuttuk, ayıp oldu” deyip anadilinde eğitim, yerel özerklik falan gibi taleplerinden mutlaka vazgeçeceklerdir. ‘Ortak kader’ nasıl bir süreç olagelmiştir, bundan sonra nasıl ilerleyecektir, içeriğinde ne vardır gibi esaslı sorulara hiç girmiyorum.

Velhasıl, siz bırakın 11. yüzyılın değerlerini de, 21. yüzyılın insan haklarını birinci plana alan değerlerini benimseyip, herkese varlığını, benliğini istediği gibi koruyup, geliştirecek imkânları sağlayın. Varsın Alparslan eksik olsun, eksikliği hiç hissedilmez.