OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Balyoz ve turizm emekçileri

Balyoz, Ergenekon gibi davalarda kanaat belirtme konusunda şimdiye kadar genellikle çekimser davrandım. Bunun birinci sebebi, hayattaki başka sorumluluklarım ve meşguliyetlerim sebebiyle, iddianemeleri binlerce sayfa tutan bu davalara hakkıyla vakıf olamayacak olmamdı. Kamuoyunda, özellikle deliller konusunda birbiriyle çelişen birçok bilgi ve yorum, başka bir deyişle bilgi kirliliği olduğundan, bunlar da güvenilir değildi. Dolayısıyla, davanın sağlamlığı, hele hele davada zanlı olarak adı geçenlerin tek tek masumiyetleri veya suçluluğu konusunda kesin fikirlerim olamaz(dı).
 
Çekimserliğimin ikinci sebebi de, Türk ordusunu, Türkiye’deki devlet etme ve iş yapma tarzını az çok biliyor olmamdı. Şöyle ki, Türk ordusunu bildiğim(iz)den, seçilmiş ama birtakım askerlerin ‘beğenmedikleri’ bir hükümeti devirmek için plan yapmalarında şaşıracak bir şey yok. Bu, “Olmaz öyle şey”, diyebileceğimiz bir durum değil. Öte yandan, Türkiye tarzı devlet etme biçimini bildiğimden bu davaların birilerinin birilerini tasfiye için bir vesile olarak kullanılması da tahmin edilemez bir şey değil(di).  Yani, suç unsuru olan fiille ilgili olsun veya olmasın, birilerinin, “Fırsat bu fırsat”, denilerek ‘oyun dışı’ edilmesi de bu toprakların devlet geleneğinde mevcut (belki de birçok devlette mevcut). Ayrıca, gene Türkiye’de iş yapma biçiminin belli başlı özelliklerinden ikisinin tembellik ve özensizlik olmasından mütevellit bir kısım zanlı da, ilgililerin sapla samanı ayırmak yerine çuval mantığıyla herkesi aynı kefeye koyma kolaycılığının kurbanı oldu muhtemelen. Velhasıl, bize düşen de suçlunun suçsuzdan ayrılması ve suçluların cezalandırılmasına dair safça bir temenni oldu.
 
Son Anayasa Mahkemesi kararlarından sonra da benim açımdan değişen bir şey yok. Balyoz davasının baştan sona, A’dan Z’ye her şeyiyle uydurma olduğuna ilk gün de inanmadım, bugün de inanmıyorum.  Nitekim zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın, dava konusu plan seminerinde sınırların aşıldığı, ama bunun sadece bir disiplin suçu olduğu yönünde ifadeleri gazetelerde çıktı. Şimdi, burada bir grup haşarı liseliden bahsetmiyoruz, konuşulan da öğretmene eşek şakası planı değil ki onları “disipline göndererek” meseleyi kapatalım. “Sınırlar aşılarak” konuşulan, ülkenin seçilmiş hükümetini işbaşından netameli yollardan uzaklaştırmak, o olmuyorsa en azından gözdağı vermek. Çetin Doğan’ın var olan (onun da sahteliği iddia ediliyor mu?) ses kayıtlarında söyledikleri bile bunu göstermeye yeter. Dolayısıyla, bu plana dahil olmuşlar açısından, –darbe suçunun karşılığı olarak mı tartışılır ama- bir cezanın söz konusu olması beklenir. 
 
Sonuçta, dava yeniden görülecekken söylenecekler en başında söylediklerimizden pek farklı değil. Yani suçsuzun suçludan ayrılması, adaletin yerini bulması (ve evet gene naif bir beklenti). Belki eklenmesi gereken, bu süreçte kasıt, özensizlik veya ihmal neticesinde mağdur olanların haklarının iadesi, zararlarının telafisi (tabii bazı zararları telafi maalesef mümkün olamayacak). Ayrıca, ister kasıt, ister başka sebeplerle bu mağduriyetlere sebep olanlardan hesap sorulması gerekir. Fakat ikinci yargılama bütün sanıkların beraatiyle sonuçlanırsa anlayın ki zaten hep var olan siyasi hesaplar yön değiştirmiştir. Gerçi, yargılamanın yeniden yapılacak olması bile kendi başına bunun işareti olarak görülebilir ama biz gene saflığımızı koruyalım ve bunun tesis edilemeyen adaleti tesis etme çabası olduğunu kabul edelim.
 
Bu konulardan daha çok bahsederiz ama ben bu hafta çalışma hayatına dair önemli bir habere dikkat çekmeden geçmek istemiyorum. 20 Haziran 2014 tarihli Radikal’de Ayşe Adanalı’nın “Her şey dahil, insan değil” başlıklı bir haberi çıktı. Haber, turizm sektöründe insafsızca çalıştırılan emekçilerin çalışma koşullarına dikkat çeken bir haberdi. Ağır iş yüzünden bebeğini kaybeden temizlik görevlisinden tutun da on iki ay çalışma sözüyle işe alınıp yedi ay sonra işten çıkarılanlara kadar birçok çarpıcı örneğe yer veriliyor. Sigortasız işçi çalıştırmak zaten vaka-i adiyeden. 
Soma katliamı bize çalışma hayatındaki adaletsizliklerle, hatta zulümle daha fazla ilgilenmemizi, mücadele etmemizi unutmamak üzere hatırlatmış olsun. Bu, siyasi ve ahlaki bir sorumluluk. Nasıl insanlara kimliklerinden dolayı baskı yapıldığında itiraz ediyorsak, sermayenin insanlara baskısı da aynı zulmün bir parçasıdır, fark etmez. Buna karşı çıkmanın en kapsayıcı yolu da ülkedeki genel sendikalaşmanın artması için mücadele etmek, bunun lobisini yapmaktır (ama Soma’daki gibi kukla sendikalar değil, çalışanın hakkı için gerçekten kavga eden sendikalar). “Efendim, sendikalaşsınlar işte, tutan mı var?” demek doğru değil. Çalışanlar gerek işveren tarafından, gerek siyaset tarafından baskı ve tehdit altındalar ve geçim derdindeler. Dolayısıyla, onların mevcut şartlar altında sendikalaşmalarını beklemek, elleri bağlı birinden basketbol oynamasını beklemek gibi. Burada, sendikalaşmanın siyasi erk tarafından teşvik edilmesi, hatta zorlanması gerekiyor. Eh, siyasi erk de bunu kendiliğinden yapmayacağına göre bizlerin, kamuoyunun da siyaseti zorlaması gerekiyor. “Nasıl?” sorusu üzerine kafa yoralım.