Saklamadan anlattım siz de saklamayın

Mehmet Ali Çabuk’un ‘İki Dedem Vardı’ kitabı, Türkiye’de son yüz yıldır yaşanan pek çok acı olayın hikâyesini anlatıyor. Bugüne kadar okuduğumuz benzerlerinden çok farklı bir kitap bu. Çabuk, memleketi Arapgir’den dinlediği hikâyeleri roman biçiminde anlatmış.

 

Dedemin ne yaptığını biliyorum saklamıyorum, siz de saklamayın

ROBER KOPTAŞ

roberkoptas@agos.com.tr

Emekli öğretmen Mehmet Ali Çabuk tarafından kaleme alınan ‘İki Dedem Vardı’, Türkiye’de son yüz yıldır yaşanan pek çok acı olayın, 1915’in, Koçgiri, Şeyh Sait, Zilan, Ağrı ve Dersim isyanlarının hikâyesini anlatıyor. Özellikle son yıllarda yakın tarihe dair pek çok anlatı yayımlansa da, bugüne kadar okuduklarımızdan çok farklı bir kitap ‘İki Dedem Vardı’. Çünkü, bizzat Anadolu coğrafyasında yaşayan insanların hafızasında yer alan hikâyelere, onların sözlü anlatımlarına dayanıyor. Türk, Kürt ve Ermeni halklarının çok boyutlu ilişkilerinin bu en trajik dönemini, halkın sohbet süzgecinden geçen haliyle anlatan Çabuk, bu hikâyeleri dedesinden, babasından ve doğduğu Malatya’nın Arapgir ilçesine bağlı Goçaryon  (Göçeruşağı) köyünün ahalisinden dinlemiş.

Sakarya’da faaliyet gösteren Değirmen Yayınları tarafından sessiz sedasız piyasaya sürülen ‘İki Dedem Vardı’nın Ermeni Soykırımı’yla ilgili tanıklığı, Anadolu’daki bu büyük altüst oluşun, Çabuk’un da mensubu olduğu, 9 köy ve 40 mezraya yayılmış Atmaneki aşiretinde nasıl yaşandığını gösteriyor. Anlatılanlar, Anadolu’nun diğer yörelerinde yaşananlardan çok farklı değil, bütün yaşananların bir mikrokozmosu adeta.

•          Kitapta 1915’te Ermenilerin başına gelenlere dair hiç anlatılmamış hikâyeler var. Bunları ne zaman, nasıl dinlediniz?

Babam anlattı çoğunlukla. Çok iyi bir anlatıcıydı. Köyün muhtarıydı ve çok vicdanlı bir adamdı. Hikâyesini anlattığım kasap Artin’in ailesiyle bizim ailenin dostlukları babadan oğula geçecek şekilde devam etmiş. Dostluğun başlangıcı dedemin dedesi Bektaş dedeyle Kasap Artin’in dedesinden geliyor. Kasap Artin bizim eve geldiği zaman, o evin oğlu gibi muamele edilirmiş.

•          Türkiye’de geçmiş pek hatırlanmaz. Siz nasıl oluyor da anlatılanları bu kadar net hatırlıyorsunuz?

Çocukluk yıllarında aile arasında anlatılanlar önemlidir. Özellikle 7-8 yaşına kadar insanın üzerinde çok büyük izler bırakır. O dönemde sinema, te-levizyon, radyo yoktu. Kitapta anlatılan aslında benim babamın hikâyesi. Babam uzun kış gecelerinde bu hikâyeleri anlatırdı. Dedesini, Kasap Artin’in ve başkalarının hikâyesini... Hafızam çok iyidir, bütün hayatımı çok berrak bir şekilde anlatabilirim.

•          Köyde benzer hikâyeler anlatılır mıydı?

Tabii, örneğin yaylada, çadırımızda sohbet edilirken, Tertele’den bahsedilirdi.

•          ‘Tertele’ ne demek?

Deprem, felaket, zelzele, büyük altüst oluş anlamına gelir. Ermenilerin yaşadıklarını anlatmak için kullanılır. Hangi dildedir bilmiyorum. Belki de Ermenicedir, ama ben o olayı Tertele olarak duydum. 

•          O hikâyelerde nasıl anlatılıyordu Ermeniler?

Hep övülürdü, iyi tarafları anlatılırdı.  Kültürleri, yemekleri, şarkıları, insanlıkları, güzellikleri övülürdü.

•          Kötü taraflarından bahsedilmez miydi?

Belki vardı ama pek duymadık. Anlatılmadı... O insanlar yok olduğu için, o acıdan dolayı üstünü örtmüş de olabilirler. Bilemiyorum... Ama her fırsatta Ermenilerin lafı geçerdi. Misal dağlarda dereotu gördükleri zaman, “Ermeniler bundan yemek yaparlardı” diyorlardı. Ermeniler Arapgir’in üretken nüfusuydu.

•          Size anlatılanlarda siyasi boyut var mıydı? Nasıl anlatılıyordu?

Gayet net, pak, temiz bir şekilde anlatılıyordu ve ne deniyordu biliyor musunuz? “Çok büyük haksızlık edildi... Vuruldular, yok edildiler...” Hüzünle söylenirdi bu. Benim memleketimde, benim büyüklerimin bakışı buydu. Bunları herkes bilirdi, herkes konuşurdu.

•          Bugün hâlâ biliyor mu insanlar? Çünkü genelde anlatılanlar tam tersi şeyler.

Hâlâ bilinir. Herkes bilir... Bu kitapta tabii ki, romanlaştırmak için bir örgü yapıldı, betimlemeler kullanıldı, kişisel bir ritim verildi, ama bunlar gerçeklerdir. Hepsi gerçektir.

•          Bu halkın tarihi budur diyebilir miyiz?

Elbette. Romanın arka kapağında o yüzden “Onlar dedi, ben yazdım. Halk şahidimdir” diye yazdım. Bu, budur... Benim kattığım, olgusal bir şey yoktur. Yoktan var etmedim, bana anlatılmayanı anlatmadım.

•          Son yıllarda bir belge fetişizmi var. Önümüze belgeler koyuyorlar ve gerçeğin o-  rada yazılandan ibaret olduğunu söylüyorlar. Sizin anlattıklarınız ise Anadolu insanının dilden dile aktardığı hikâyeler, şarkılar, deyişler. Bunların bir belge yönü var mı?

Halktan büyük belge mi olur? Yaşantılardan, kişilerden büyük bir belge mi olur? Gören gözün belgeye ihtiyacı yoktur. Gözler görmüş, kulaklar duymuş, olaylar yaşanmış... Çok eski değil, daha dedelerimizin, ninelerimizin gördüğü olaylar bunlar. Türkiye’de bunları bilen çok insan var.

•          O zaman nasıl oluyor da, bunlar yaşanmadı deni- lebiliyor. Bu inkârın arkasında nasıl bir psikoloji var?

Bir süre daha söylenir bunlar, sonra gerçekler ortaya çıkar. Su akarını bulur derler. Bilirsiniz, büyük bir sel olunca su bulanık akar. Ama eninde sonunda durulur. Bu, iki kere iki dörttür.

•          Gelecekte bu konularda gerçeğin ortaya çıkacağına      inanıyor musunuz?

Mutlaka olacaktır. Bunun olmaması, güneşin doğmayacağını iddia etmek gibi bir şey. Gerçek nereye kadar saklanır? Bu tanrısal varoluşa ters. Doğal akışa, evrensel sistematiğe karşı.

•          Terteleyi duyunca dedeniz ne yapmış?

Ermeniler vuruluyor diye haber gelmiş. Akla ilk kim gelir? Tabii ki dostun.

•          Nasıl gelmiş Ermenilerin vurulduğuna dair ilk haber?

Öyle resmi bir haber yok. Bizim toplumun bildiği bir şey değil. Kimse siyasi bir oluşumun içinde değil ki… Bir gün, ‘Tertele başlamış’ diye bir laf duyulmuş ve millet çapul yapmaya gitmiş. Çapula gidince, kimileri, olan bitenin ne olduğunu, insanların nasıl katledildiğini gözleriyle görüp geri dönüyor. “Lanet olsun!” diyerek çapula kalkışmayan insanlar var. Dedem ise can dostuna koşuyor. Kasap Artin’i ve iki torununu, eski Arapgir’de bir tarlada görüyor. Sesleniyor, onları bir katıra bindiriyor ve kendi köyüne getiriyor.

•          Ailesine ne olmuş?

Hepsi ölmüş, bir tek onlar kurtulmuş. Dedem onları ahırda aylarca saklıyor. Kimse görmesin diye çıt çıkarmıyorlar. Çünkü yakalanmaları hem onların hem dedemin ölmesi demek. Köyde yavaş yavaş durum anlaşılmaya başlayınca dedem onları köyden çıkarıyor, Halep’e götürüyor, orada güvenlikli bir yer buluyor ve ayrılıyorlar. Kasap Artin, ayrılırlarken, hatıra olarak elinde kalan tek şeyi, bir kahve değirmenini veriyor.

•          Duruyor mu o değirmen?

Şu anda amcamın elinde. Bizim ailenin en büyük hazinesidir o kahve değirmeni. O değirmen babadan oğula aktarıldı. Amcamdan sonra da bana geçecek.

•          Katliama karışanların hikâyeleri de anlatılır mı?

Bizim aşiretimiz sistematik bir şekilde katılmadı katliama. Ama bireysel olarak katılanlar oldu. Bunları sakınmadım, yazdım… Mesela benim diğer dedem, Kürt Süleyman dedem Arapgir’de de vurmuş, başka yerlerde de. İnsan dedesinin ne yaptığını duymaz mı? Ben bunun nesini saklayayım? İnsanlarımız da böyle şeyleri saklamasınlar. Eğer ben bunu saklamıyorsam, söylüyorsam, kimse saklamasın. Bir şeyler saklamakla bir yere varamayız ki... Kürtçe bir söz vardır. ‘Xwuna kuştiyan wendanabe’ (Öldürülenlerin kanı kaybolmaz). Bir gün mutlaka çıkar ortaya. Şahitleri çoktur.

•          Katliama tanık olan bazı insanların, aynı lanetin baş-larına geleceğinden korktuklarını da anlatmışsınız.

Tabii... Benim kızım 7-8 yaşındayken, birlikte bir zeytin ağacı kesmeye gittik. Ağacı keserken kızım cinnet getirircesine ürktü ve bunu kabullenemedi. Yaratılışımızda kıyım, kesmek yok. O günlerde yaşananlar da bela olarak görüldü. İnsanlar korktular. Bu büyük altüst oluş karşısında halkların psikolojisinde fırtınalar kopmaması mümkün mü zaten?

•          Yitip gidenin sadece insan canı değil, Anadolu’da ortaklaşa geliştirilen yaşama kültürü olduğunu da vurguluyorsunuz.

Ermeniler, Süryaniler, Rumlar Türkiye’de yaşamaya devam edebilseydi, emin olun bugün Türkiye’de kişi başına düşen gelir en az 20 bir dolar olacaktı. Halkımız huzur içerisinde yaşayacaktı.  Bunun sonucunda ahlak tuzla buz oldu, gelenek görenekler yıkıldı... Birçok sosyal, politik, psikolojik sorunlar çıktı. Bunun sonuçlarıyla yaşıyoruz biz hâlâ.

Kitaptan

Bir ara Kasap Artin sözü ortasından kesti:

- İbrahim, İbrahim, biz ne zaman yola çıkacağız, zamanımız gelmedi mi?

- Bunu şimdilerde asla düşünme. Çok Ermeni varmış çoook! Hala kafileler götürüyorlar. Kendi gözlerimizle görüyoruz. Kızılhan’dan her gün Ermeni geçişleri oluyor. Aç sefil ve perişanlar. Ben hiçbir kafilenin yerine varacağına inanmıyorum. Çalı arkasına götürülenler de çok oluyormuş. Ölen en çok bu durumlarda oluyormuş. Yaşlı ve çocuklar ancak belli mesafelere kadar yürüyebiliyormuş. Ondan sonrası meçhul son… Bu çocuklarla sınıra varacağını sanıyorsan aldanıyorsun. Sadece torunlarının ölümünü izlersin. Dağdan gitsen ki ne yazar. Bu çocuklarla mı dağdan gideceksin. Ovada Osmanlı hâkimiyeti varsa dağlarda da eşkıya var. Her eşkıya vicdanlı değil. Dağlardaki ölümler az değil.

Kasap Artin sessizdi. İbrahim devam etti:

- Kalan Ermeni sınıra ulaşamayacak Kıriv. Bu mümkün değil. Sen yemek verme… Yemek verdirme… Sınıra kadar yürü de ha..! Bu mümkün mü? Hem de yol boyu seçilenleri öldür. Sınıra kadar kaç kişi kalır ki.

***

İki büklüm yaşlı kadın, bastonunu kendine üçüncü ayak yapmış, İbrahim’in hayvanlarının geçmesini bekliyordu:

- Kurban, sen bunları nereye götürüyorsun?

- Satmaya götürüyorum.

- Kime satacaksın kurban? Kimse kalmadı ki.

İbrahim sustu. Kadın söylendi:

- Yok kurban, yok. Kimsecikler kalmadı. Kimi vuruldu. Kimi kırıldı. Kimi de suya atıldı. Her şey durdu. Geriye dönecek kimse kalmadı. Kervan yok artık. Her taraf tarumar. Kiliselerin bile içi boşaltıldı. Camları ve kapları kırık hayalet evleri gibiler. Zinzin deresi feryatla akar. Ermeni dedelerinin, ninelerinin ruhlarının gözyaşları ile akar. Kimse kalmadı kurban. Kiliselerde kimse kalmadı. Hoş geldin ama boşuna geldin kurban…