Zamansız bir hafızanın fotoğrafları

Fransa’da yaşayan fotoğraf sanatçısı Antoine Agoudjian’ın ‘Sessizliğin Çığlığı: Bir Ermeni Hatırasının İzleri’ başlıklı sergisi, 22 Nisan’da, Diyarbakır’daki tarihi Keçi Burcu’nda açılıyor.

Antoine Agoudjian’la, Diyarbakır’da açılacak olan sergisi öncesinde bir araya geliyoruz. Yanında taşıdığı ‘The Cry of Silence: Traces of an Armenian Memory’ (Sessizliğin Çığlığı: Bir Ermeni Hafızasının İzleri) adlı kitabını inceliyoruz uzun uzun. Yaklaşık 150 fotoğraftan oluşan, içeriği kendinden ağır, pırıl pırıl bir kitap... Sanatçının kişisel hafızasını yansıttığı gibi, bir halkın tarihinin görsel kaydını tutan albüm, Agoudjian’ın belki de en bilinen, en çarpıcı fotoğraflarından biriyle başlıyor. Ermenistan’ın dağları arasında, yaşlı bir adam, açmış kollarını iki yana, gözleri kapalı, dans ediyor; âdeta hayatı kucaklıyor.

‘Soykırım’dan kalan miras’

Ermenilerin yaşadığı, ölüme yollandığı, yeniden bir hayat kurmaya çalıştıkları tüm bölgelerden geçmiş Agoudjian. 27 yıl boyunca, İran’dan Suriye’ye, Türkiye’den Ermenistan’a, Ürdün’den Mısır’a, onlarca ülke dolaşmış, sayısız yüz fotoğraflamış. Yolculuğundaki duraklarda yakaladığı anları birçok şehirde sergilemiş. Agoudjian, bu kitapla hikâyesini noktaladığını söylüyor: “Gördüğün fotoğraflar, Soykırım’dan bana kalan bir miras. Bana ailemin aktardığı hafızanın izini 27 yıl boyunca sürdüm. Mutluluk, trajedi ve sorgulama var bu çalışmada. İşin hafıza kısmını bitirdim. Bundan sonra, Ermenilere dair, Soykırım’a dair başka şeyler yapacağım. Trajik bir olaydan pozitif bir şekilde bahsetmenin yollarını arayacağım.”

Antoine Agoudjian. Fotoğraf: Berge Arabian

Agoudjian’ın baba tarafı Kütahyalı, anne tarafı ise Erzurumlu: “Baba tarafım, Soykırım’dan önce Kütahya’dan ayrılmış. Büyük ihtimalle Faik Ali Ozansoy’un yardımıyla Selanik’e kaçmışlar. Anne tarafımdan dedem, yüksek rütbeli bir Osmanlı subayı. Önce Konya’ya, oradan Lübnan’a geçiyor. Ailesinden hayatta kalan tek kişi o olmuş.”

Agoudjian’ın yolculuğu Gümrü’de başlamış: “Ermenistan’a ilk olarak 1988’de, Gümrü Depremi’nden sonra, insani yardım görevlisi olarak gittim. Amatör bir fotoğrafçıydım. Makine henüz bedenimle bütünleşmemişti. Diaspora, Sovyet Ermenistanı’yla ilgili pek bir şey bilmiyordu. Dönüşte ilk fotoğraf kitabım yayımlandı. O tarihten sonra, teknik alandaki tüm ayrıntılara hâkim olmak için çok çalıştım.”

‘Hafıza ve tarih arasında bir kırılma yarattım’

Kitabın ilk sayfalarında, mutlu gözler, yeni doğanlar, bir masa başında keyif yapanlar yer alıyor. Çoğunluğu siyah beyaz olan fotoğraflar, sayfalar ilerledikçe daha da kararıyor. Fotoğraflarla ilgili açıklamalar, kitabın en arkasındaki sayfalarda. Bu nedenle, tarihin içinde, mekânlar ve yüzler arasında gezinirken, zamansızlık hissi veriyor bakana. Agoudjian’ın İstanbul’da 2011’de açtığı ‘Yanan Gözler’de yer alan çalışmalarıyla sonraki çalışmaları arasındaki en önemli fark, siyah-beyazdan renkliye geçmiş olması: “Hafıza ile tarih arasında bir kırılma yaratmak istedim. Çalışmamda bir dönüm noktası oldu bu. Türkiye’ye ilk geldiğimde, dedelerimin algısına sahiptim. Onların da Türklere ve buraya dair hafızalarındaki son sahne, zulmedenlerin, katledenlerin yüzüydü. İlk yıllarda, Hrant Dink ve Sarkis Seropyan, bana attığım her adımda yardımcı oldular. Sonra, yolda bana Türkler ve Kürtler de eşlik etti.”

Sanatçı, bütün sergilerinde, fotoğrafları mekâna göre seçtiğini belirtiyor. “Bütün fotoğraflar Ermenilerin tarihiyle ilişkili. Bu yılki sergiyi İstanbul’da da yapmak istiyordum. Sergi mekânı ya Haydarpaşa Garı olmalıydı ya da Osmanlı Bankası. Haydarpaşa Garı devlete bağlı olduğu için mümkün olmadı. Osmanlı Bankası’ndan da yanıt alamadım. Mekânın simgesel anlamı çok önemli, çünkü fotoğraflarım politik anlam da taşıyor. Soykırım’ın 100. yılında, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin organizasyonuyla, sergiyi Keçi Burcu’nda açmak doğru bir karar oldu. Ermenistan’a giden çok insan var, ama Türkiye’de bir şeyler yapmanın, Soykırım’ı burada anmanın tarihsel bir değeri var. ”

‘Sürgün’: Ermeni Apostolik Kilise’sinde ayin (Marsilya 2013)

"Munzur’un suyu, hem Aleviler, hem de Ermeniler için kutsal. Bu suyu Ermeniler Anahid’le, Aleviler Ana Fatma’yla özdeşleştiriyor. Gelecek belirsiz, ancak su varsa hayat devam ediyor ve umut var demektir."

‘Su varsa, hayat ve umut vardır’

Agoudjian’ın yolculuğunun en zor duraklarından biri Der Zor olmuş. 1915’te, Suriye çöllerine gönderilen Ermenilerden bazılarını kurtarmak için büyük bir mücadele veren Mazlumyan ailesine ait olan Baron Oteli’nin bulunduğu sokakta, 2011’in savaş ortamında, bir anneyi ve çocuğunu fotoğraflamış. Süryanilerin, Müslümanlaştırılmış Ermenilerin yaşadıkları acıları, ânın içinde hapsetmiş. Oğlunun tabutu başında duran annenin yüzüne yansıyan acıyı, kelimelerin yetersiz kalacağı noktada, fotoğrafın diliyle yazabilmiş. “Bu anları yakalamak için, günlerce orada, insanlarla zaman geçiriyor musun?” diye soruyorum Agoudjian’a. Şöyle yanıtlıyor: “Bazen, bir gün boyunca hiç fotoğraf çekmem, yalnızca izlerim. Bazen de, ânında deklanşöre basarım. Önemli olan karşılaşmalar ve o ânı hissetmek. Sanat fotoğrafı çekiyorum. Yazı yazar gibi, o fotoğrafı oluşturmaya çalışıyorum. Fotoğraf, çektiğin anda bitmiyor; öncesi ve sonrası var. Bir elmasla uğraşır gibi, üzerinde çalışmak gerekiyor.”

Kitapta yer alan son renkli fotoğraf Dersim’de çekilmiş. Işığın, karanlığın, renklerin iç içe geçtiği kareyi şöyle anlatıyor Agoudjian: “Munzur’un suyu, hem Aleviler, hem de Ermeniler için kutsal. Bu suyu Ermeniler Anahid’le, Aleviler Ana Fatma’yla özdeşleştiriyor. Gelecek belirsiz, ancak su varsa hayat devam ediyor ve umut var demektir.”




Yazar Hakkında

1985 İstanbul doğumlu. Toplum haberleri, Türkiye-Ermenistan ilişkileri, güncel politika, azınlık hakları, insan hakları ve müzik haberleri yapıyor.