O gün, İstanbul (Bolis)...

Anahid Tavtyan, 1971'de yazdığı bu mektupta, o zaman bir ilkokulu öğrencisi olan kendisinin gözlerinden 24 Nisan 1915'te yaşananları anlatıyor.

ANAHİD TAVİTYAN

“Yarın, sabah ezanıyla birlikte dualarımda onları da hatırlayacağım.”
Şeyhülislam

Bu Nisan sabahında ağaçların gölgesinde ağlaşan veya kendi yaslarını yaşayan genç kızlar iki gün önce götürülen düşünürlerin akrabaları, ama daha büyük çoğunlukla öğrencileriydiler. İlk gençlik yıllarının coşkusuyla taparcasına sevdikleri öğretmenleri; Taniel Varujan’ın, Çögüryan’ın, Siyamanto’nun, Gomidas Vartabed’in, Şavarş Krisyan’ın ve diğerlerinin meçhule gönderilişlerinin derin kederini ve yasını yaşamaktaydılar.


24 Nisan’dan sonra gelen ilk Pazartesini hatırlıyorum. Okulumuzun geniş bahçesinde ağaçların gölgeliklerinden oluşan sade manzarasında; her bir ağacın gövdesine yaslanmış ayakta veya iki büklüm bir şekilde ağlayan bir kız çocuğu...

Nigoğosyan Okulu’nun bahçesiydi. Okul İstanbul’un Nişantaşı semtinde “Zeki Konak” adı verilen sarayın içerisinde yer alıyordu. Okulun kız öğrencileri olarak bizler rahat bir şekilde o sarayın geniş ve zengin salonlarında, bahçelerinde ve ağaçlıklarında istediğimiz gibi hareket ediyor ve bize bahşedilen bu armağanın tadını çıkartıyorduk.

Okul müdürlüğü, öğrencileri dönemin en donanımlı öğretmenlerine teslim etmek için hiç bir fedakârlıktan kaçınmamıştı.

Ama gelin görün ki bu Nisan sabahında ağaçların gölgesinde ağlaşan veya kendi yaslarını yaşayan genç kızlar iki gün önce götürülen düşünürlerin akrabaları, ama daha büyük çoğunlukla öğrencileriydiler. İlk gençlik yıllarının coşkusuyla taparcasına sevdikleri öğretmenleri; Taniel Varujan’ın, Çögüryan’ın, Siyamanto’nun, Gomidas Vartabed’in, Şavarş Krisyan’ın ve diğerlerinin meçhule gönderilişlerinin derin kederini ve yasını yaşamaktaydılar.

Bu büyük felaketten aileleri etkilenmeyenler de dâhil olmak üzere bütün kız öğrenciler, o sabah okula geldiklerinde büyük saygı duydukları ve kahramanlaştırdıkları öğretmenlerinin başına gelenleri öğrenmişlerdi ve şimdi hepsi aynı duyguları hissediyorlardı. Küçükler büyüklerin etkisi altında kalarak düşüncelerini ve ruhlarını besleyen kişilerden ayrılığı ve onların kaybını, sessiz ve düşünceli bir duruşla derinden hissediyorlardı. Babası da ‘götürülenler’ arasında olan bir genç kız o kederli ortamda sesini yükselterek “Babamı da götürdüler ama ben esas Gomidas Vartabed’e yanıyorum. Babamın kaybı sadece bizim ailemiz için çok ağır bir kayıp ama Vartebed’in kaybı bütün ulus için bir kayıp” diyordu. Ablam da ortaokul öğrencisi olarak bu ‘fikir kahramanı’ hocaların coşkulu ve fikir açıcı derslerine katılmış ve etkisinde kalmıştı. Ben o dönemde ilkokul öğrencisi olduğum için o şansa erişememiştim.

Önceki günlerde biz de evimizde o trajedinin bir örneğini yaşamıştık. Akşam vakti polisler evimize gelmiş, kapımızı çalmış; büyük annemi, beni ve benden küçük dört kardeşimi uyandırmışlardı. Babamın onlarla birlikte karakola gelmesini istemişlerdi. Fakat annem ve babam şehirde değildi. Babam avukattı, annemi de yanına alarak iş için Bursa’ya gitmişti. Annem aslında İstanbul’daki gergin atmosfer nedeniyle gelecek karanlık günleri hissediyordu ve gitmemek adına epeyce direnmişti.  Polisler, büyük annem ve biz küçükleri şaşkınlık içerisinde bıraktıktan sonra henüz ikna olmuş ve gitmişlerdi ki, kapı tekrar çalındı ve bu kez yan evde yaşayan kuzenim ağlayarak içeri daldı. Polisler bizden sonra onların evine gitmişler ve babasını götürmüşlerdi. Sonra kapı bir kez daha çalındı. Bu kez yengemdi gelen. Polisler dayım, Parseğ Şahbaz’ı da götürmüşlerdi. Hepsi de bir kaç dakika için alıkonulacakları intibasıyla götürüldüler. Ağlayış, yakarışlar içinde halimizi tahmin etmek zor olamasa gerek. Dayım Anakaralı ve neredeyse hiç Ermenice bilmeyen birisiydi. Tamamen ailevi yaşantısının içinde geçim derdinde bir insandı ve cemaat işlerinden tamamen uzaktaydı.

Bize geldiklerinde aradıkları babamdı kendisi tanınmış bir avukattı, cemaat işlerine yürekten destek veriyordu fakat

Konuşmalar söylemleri son derece temkinliydi. Ertesi gün annemin çok yakın arkadaşlarından birinin kardeşinin de götürüldüğünü duyduk, o ise Rus vatandaşıydı.

Babam tesadüfen evde değildi ama sonunda gelecekti. Haber vermemiz gerekmez miydi? Arandıkları halde İstanbul’a gelmelerine izin vermek ne kadar doğru olabilirdi? Üstelik ‘götürülen’ isimlerin listesi giderek uzamaktaydı. Bir karar vermek gerekiyordu. Ailece düşündük ve “Her şey yolunda gelmenize gerek yok” diyerek bir telgraf çektik.

Bu telgraf tabii ki anne babamızın kaygısını giderebilecek bir şey değildi. Daha bir kaç ay önce evimizin kapısında kardeşinin silüetini gördüğünde annem: “Aman Parseğ kardeşim, niye geldin?” diyerek feryat etmişti. Savaş yıllarıydı ve coşkulu bir genç devrimci olan dayım Paris’te öğrenciydi. Annem bu sayede en azından onun güvende olduğunu düşünüyor ve merak etmiyordu. Eniştesinin fikrine danışmadan, haber vermeksizin gelip kendini ateşin içine atmıştı; beraberinde genç bir kadın ve bir çocukla birlikte.

Biz çocuklara o vakitler bu “neden geldin” sorusunun cevabı verilmedi. Aile bizim sokağımızın köşesinde küçük bir apartmana yerleşti. Dayımın ricasıyla arkadaşlarını bizim evde ağırlıyorlardı. Bu şekilde 10-15 entelektüel ve Ermeni toplumundan önde gelen kişiler evimizde toplanıp konuşuyorlardı. Kız kardeşim büyük bir heyecanla misafirleri ağırlamak için anneme yardım ediyordu. Ben ve küçük kardeşim ise onların kırıntılarıyla gurur içinde ruhlarımızı doyuruyorduk. Ablam bir genç kızın heyecanıyla ve onlardan bazılarının öğrencisi olmasından cesaret bularak albümüne bir şeyler yazmalarını rica ediyordu. Cevap ise “Kızım şimdi aklımız çok meşgul, daha sonra” oluyordu. O “daha sonra” hiçbir zaman gelmedi. Onların hepsi de geri dönüşü olmayan bir yolculuğa götürüldüler. Ablam albümünü olduğu gibi sakladı, el değmemiş, lekesiz bir bakire gibi...

Telgraf, öngörülen şaşkınlığı, merakı ve gerginliği taşıyarak bizimkilerin elline ulaşmıştı. Ne olmuştu? Hangi şüphe gerçekleşmişti. Annemin ilk olarak merak ettiği kardeşi ve sonrasında ise bizlerdik. Bu “Gelmek zorunda değilsiniz” cümlesi ne anlama geliyordu? Bir an önce İstanbul’a dönmeleri gerekiyordu, buna karar verdiler. Yolculuğun izin kâğıdının alınması gerekliydi. Babam resmi makamlarla görüşüyordu. Ama yanıtlar olumsuzdu. Bursa’dan dışarı çıkamıyorlardı. Endişe yerini, sayısız soru işaretinin yarattığı işkenceye bıraktı. “Hazırlanan senaryolar nelerdi? Neden Bursa’dan dışarı çıkmaları engelleniyordu?”

Annemin yüzünden ruh halini okunabilir, hisleri yüzüne yansır. Önceden otelde saygıdeğer iki kişiyle tanışmışlar. Birisi yüksek mertebeli bir Arap şeyhi ve yanındaki heyet, diğeri ise müritleriyle birlikte Yahudi bir din adamı. Bu iki kişi annemle keyifli bir konuşma yapmışlardı. Annem hem Türkçeyi hem de Fransızcayı akıcı olarak konuşuyordu. Eşinin teşvikiyle ve korumasıyla idealist görüşlerini cesurca ifade ediyordu. Ama şimdi bir şeyler değişmişti. Gözlerinin ışığı sönmüştü ve sanki kolu kanadı kırılmıştı. Annemin anlattıklarını saygıyla dinlemişler ve sorunun akıbetini merak etmişler... Ve büyük bir mucize. Arap Şeyhi bizimkilere heyetine katılmasını ve kendileriyle birlikte İstanbul’a gitmelerini önermiş. Ayrıca annemin korkuları doğruysa kardeşinin yani Şeyhülislam’ın arabuluculuk yapabileceğini önermiş.

Annem ve babam bu şekilde İstanbul’a dönebildi. Onların gelmesinden yalızca bir kaç gün sonra Bursa’nın Ermeni erkekleri toplanıp ‘insanlar tarafından çizilmiş’ kaderlerine doğru yola çıkarıldılar ve kalan diğer tüm Ermeni aileleri yaşlılarıyla ve çocuklarıyla çöllere doğru sürüldüler. Göç, açlık ve ölüm...

İstanbul dönüşünde babam her yere sürüsüne bereket dilekçeler yazdı. Dayım için pek umut yoktu. Büyük dayımız Dikran Acemyan’ın durumuysa bambaşkaydı, onun adı polis kayıtlarında çok ünlü bir şairin ismiyle benzeştiği için yanlış anlaşılmaya sebep olmuştu. Polis kaydı şu şekildeydi: “Parseğ Şahbaz bir gün onun evini ziyaret etmişti.”

 Annem bu ziyaretin gerçek olduğunu hatırladı. Bir gün dayım kardeşini bulamayıp akrabaların evine onu aramak için gitmişti.  Dayımı takip eden görevliler çok dikkatli olmuşlardı…

Hiç beklenmeyen bir anda ve tüm detaylarıyla organize olan bu “temizlik” büyük devletlerin dikkatini çekmişti. İlerleyen günlerde takipler İstanbul’da aynı kararlılıkta devam etmedi. Babam ilk geceki toplamadan kurtulduktan sonra bazı suçlamalar savaş mahkemelerinde çekiştirildi. Uzun uğraşlardan sonra kendisiyle aynı ofiste çalışan bir Türk yazmanın şahitliği sayesinde serbest bırakıldı.

Babam tüm bu uğraşları içerisinde doğal olarak arabuluculuk yapması için tanıştıkları Arap Şeyhi’nin yardımına da başvurdu. Ailecek onların evine davet edildik ve bize gururla 3. Napolyon’un Abdülkadir’e hediye ettiği kılıcı ve onların Hz. Muhammet’e akraba olduğunu gösteren ceylan derisine yazılmış el yazmasını gösterdiler.

Sürgüne gönderilenlere dair bir dilekçe vermek için Şeyhülislam’dan randevu alındı. Bu dini önder annemi ve babamı büyük bir keyifle kabul etti ve onları dinledikten sonra “Yarın sabah ezanıyla birlikte dualarımda onları da hatırlayacağım” diyerek onları teselli etmiş. Doğal olarak ailemin hayal kırıklığı büyük olmuştu. Bu cevabı aldıktan sonra bizimkiler, ülkenin yeni sahipleri Jön Türkler üzerinde çak aza etkisinin olacağının bilincinde olduğu için sözlerinin gerçekçi olduğunu anladılar. Nitekim çok geçmeden gazetelerde tüm bu süreçte kendilerine yardımcı olan bu asil Arap Şeyh’inin Arap nahiyelerinden birinde asılarak idam edildiğini okudular ve çok üzüldüler.

***

Dayım bütün ülküdaşı, yoldaşı ve arkadaşlarıyla birlikte geri dönmemek üzere gitmişti. Ermeni halkının önemli bir kısmı da onları izledi ve Jön Türklerin planladığı bu sürgün sömürü ve ölüm yolculuğuna gönderildiler. Onlardan çoğunluğu ya öldüler ya da çöllerde yitip gittiler. Hayatta kalanlar yetimler ve dullar olarak dünyanın dört bir yanına dağıldı.

Bu bahar sabahında ağaçların dibine çökmüş olan genç kızlar sadece öğretmenlerinden ayrıldıklarını sanmaktaydılar. Köklerinden baltayla koparılmış soydaşları için de ağladıklarını bilmiyorlardı ve tahmin de edemezlerdi. Onlardan çok azı İstanbul’da kaldı. Büyük çoğunluğu evlenip yuva kurdular ve köklerinden kopartılarak Amerika’ya Fransa’ya ve başka yerlere gittiler.

Orman bilimcilere göre, bir ağacın gövdesi özenle kesilirse kökleri daha sağlıklı olarak yeniden yükselir. Yaşlı ağaçları çoğu zaman bunun için budarlar. Bir an için Ermeni milletini Tanrı’nın iradesiyle kökleri güçlensin diye budanarak devrilmiş bir ağaç olarak kabul edelim. Peki bu gövde nerede, hangi toprağın içinden kökleri beslenerek tekrar filizlenecek?

Köklerinden kopartılmış dallar, yabancı dünyalarda yeniden toprağa ekilip kökleri o toprağa tutunduğunda ya gelişir ve heybetleşir ya da yok olup gider. Asıl yeniden filizlenme ise sadece gerçek köklerden olabilir ve bu sadece Ana Vatan’da mümkündür.

Allah vere de bu yeni filizler vatan toprağında sağlıklı olsun ve yeşersin, tomurcuk versin, çiçek açsın, büyüyüp heybetli bir hal alsınlar, yeni ormanlar oluştursunlar ve ömürleri uzun olsun.

Anahid Tavtyan bu yazıyı, 15 Nisan 1971de kaleme aldı ve 25 Nisan 1971de Beyrutta, Nayiri Gazetesinde yayınlandı.

(Ermeniceden çeviren: Karin Bal)

 

 

 

Kategoriler

Dosya 1915-2015

Etiketler

24 Nisan 1915