BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

Tedbir = Yasak

Yine acayip bir hafta geçirdik. Gergin pazarlıklarla başladı, bilek güreşine benzer inatlaşmalar yaşandı, bir türlü uzlaşma yapılamadı. Taksim Meydanı yine yasaklı kaldı. Kimse Cumhurbaşkanı’na o yerin önemini anlatamadı. “Biz size 1 Mayıs’ı yasaklamıyoruz ki, gidin başka yerde kutlayın” dedi durdu, bir dolu da yer gösterdi. Kimse onu, meselenin yalnızca bir kutlama olmadığına, Taksim’in İstanbulluların hayatında özel bir yeri olduğuna inandıramadı. Hatta kimse kalkıp da “Peki, madem Taksim her türlü toplanmaya yasaklı, o halde neden inat gibi, büsbütün geniş bir meydan haline getirdin orayı?” diyemiyor. Bir ucunda durursan diğer ucundakiler küçücük görünüyorlar. Trafik de, sırf orası boş kalsın diye, resmen sağ elinle sol kulağını arkadan gösterme haline geldi. Eee? Daha ne? Niye yasak? Ne yapacağız orada, at yarışı mı? Gezi Parkı’nın yakınındaki kafeler, dükkânlar da kaldırıldı, yamru yumru bir tepe haline geldi orası.

Hayır, bir de defalarca tekrarlanan konuşmalarında boyuna “Miting yapmak başka şey, kamu düzenini bozmak başka şey” dedi. Sen her şeyi yasaklayarak kamu düzenini bozmuyor musun? Hem miting mi yapmak istendi? Önce anma, sonra kutlama yapılacaktı, bu kadar basit. Birkaç kez izin verildiydi hani, olay mı olmuştu? İnsanlar çoluğuyla çocuğuyla, efendi efendi eğlendi. E ama niyet bozuk olursa... Duydunuz herhalde, yedi kilometre uzunluğunda, 5500 adet bariyer kullanılmış o gün. İsrafa bakın. Binlerce de Emniyet görevlisi orada burada konuşlandı. Yaşına falan bakmadan toplamışlardı, bizim oradakilerin yaş ortalaması 18’di valla. Ellerinde en son model cep telefonu, akşama kadar, köşede pinekleyip sevgilileriyle mesajlaştılar. “Nereden anladın?” demeyin, eli telefonlu gençlere dikkat edin, yüz ifadelerinden belli oluyor. Genelde sırıtık oluyorlar. Ne tedbir, ne tedbir... Ki bizde tedbir demek, yasak demek.

Mesela metrolara binilip inilen yerlerde kazaya karşı tedbir almak için uyarı yazıları konmuştur. Dikkat edin, İngilizce olarak yalnızca ‘Sarı çizgiyi geçmeyin’ yazar, Türkçe olarak ‘Sarı çizgiyi geçmek tehlikeli ve yasaktır’ yazar. Tedbir=Yasak. O kadar. O gün, tedbir olsun diye, tüm sokaklar bize yasaklandı. Ben ölsem evimden çıkamayacak haldeydim, zira evimin bulunduğu sokak iki taraftan da kapatılmıştı. Yan sokakta oturan kardeşime bile gidemezdim. Sıkı yönetim vardı âdeta. Yaşlı başlı bir adam, karşıki fırından ekmek almak için köşeyi geçmek istedi, kollarını kaldırtıp üzerini aradılar, zavallının eli ayağı titredi. Ne yapabilirdi acaba? Silah falan mı atacaktı?

Metrolar, vapurlar, otobüsler çalışmadı. İki kıta birbirinden koptu. Hayat durdu yahu. Neymiş, olay olmasın diye tedbir alınmış. Ah, ah... Ben geçen yıl 1 Mayıs günü Berlin’deydim. Hayatım boyunca unutamayacağım bir kutlama yaşadım. Bir yandan kendimi eğlencenin coşkusuna kaptırıyor, bir yandan da İstanbul’u düşünüp hüngür hüngür ağlıyordum. Biliyorum, bütün mesele Taksim. Yoksa başka illerde ne güzel kutlandı. Sahi, o 77’deki kanlı 1 Mayıs’ın failleri neden yakalanamadı? Oysa nereden ateş edildiği apaçık ortadaydı. Otelin hangi odasından kimin ateş ettiğini tespit etmek pek mi zordu? Ay, tamam. Kendim dedim, kendim şaştım, bizde neyin faili bulunur ki? En iyisi “Yassak!” dersin, olur biter. TOMA’lara 30 gaz fişeğini birden fırlatacak bir düzenek konmuş, duydunuz mu? Ne israf... Seçim bayrakları israf, propagandalar israf. Hepsi senin benim cebimden çıkıyor. Hani kalkacaktı bunlar? Galiba hafiften konuyu değiştirme moduna girdim. İsteyerek değil, laf oraya geldi. Cumhurbaşkanı her partiye aynı mesafede olmalı ya, partisi için propaganda yapamıyor, boyuna birilerini saraya topluyor, laf arasında söyleyiveriyor. Neyse, buna da girmiyorum.

Ama 1 Mayıs’la ilgili işçi buluşmasında verdiği bir örnek var ki, paylaşmadan duramam. Hani akşama kadar bir dolu kanalda defalarca yayınlandı ya, işte o buluşma. Efendim, biz ülke olarak işçi haklarını Avustralya’dan daha önce tanımaya başlamışız. Avustralya’da ilk kez 1856’da kutlanmış ama Mimar Sinan daha 1500’lerde işçinin hakkını korurmuş. Bak sen şu dönme Ermeni’ye... Süleymaniye’nin inşası sırasında bazı işçilere fazla ücret veriyormuş, Kanuni’ye şikâyet etmişler. O da çağırmış huzuruna, sebebini sormuş. Sinan, Padişah’tan gelip gözleriyle görmesini rica etmiş. Birlikte inşaat alanına gitmişler. Bir süre sonra, bazı çalışanları gösterip “Bakın efendim” demiş, “ben her ustanın vurduğu çekiç sayısını hesaplarım.” Bu örnekte Sinan’ın Ermeni olması da kademsiz bir rastlantı tabii. O konuşmanın sonu şöyle bağlandı ki, hiç aklımdan çıkmıyor: “Çok zengin olabilirsin ama kulun hakkını gaspediyorsan, yandın.” Doğru. Aynen iade edilir. Yarası olan gocunsun.