BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

Her yıkım yıkıcıdır

Bana göre her yıkım, yıkıcı bir etki yaratır. Kendimi bildim bileli, yıkılan bir bina gördüğümde içim sızlar. Hangi nedenden olursa olsun – onarma, iyileştirme, iyilik, kötülük, mecburiyet, maddi çıkar, çaresizlik, fırtına, yangın, deprem, hepsi aynı etkiyi uyandırır bende. Hiç sevmem geçmişi yok etmeyi, yaşanmışlıkların üstüne sünger çekip ‘yok’ saymayı. Kim bilir, belki de o ‘sözde’lerin verdiği malum acılar gibi, sürekli geçmişimizin yok edilmesinin yarattığı genel travmayı da devralmışımdır genlerimden.

Bir yıkıntının önünden geçerken, elimde olmadan yerdeki moloz yığınlarını tarar gözlerim. Unutulmuş ya da önem verilmeyip bırakılmış bir eşya, bir kumaş, yazılı bir kâğıt, bir kitap, kırık bir oyuncak, bir giysi parçası, eski bir tencere vb. gözden kaçmış herhangi bir obje takıldı mı gözüme, içim titrer. Ve sonrasında neler görür gönül gözüm... Ne çok anı savrulmuştur kim bilir, sığındığı bir girintiden, yapıştığı bir duvardan, köşeden, delikten aralıktan boşluğa, havalara... Hatta ilk balyoz darbesinde kim bilir kaç ruh, panik ve telaşla kaçışmıştır.

İlk kez çocukken bu garip duygumun farkına varmıştım. 6-7 Eylül sonrası, o yaşta hiç aklımızın ermeyeceği bir nedenden, bizim sokaktaki Rum komşuların birden bire yok olmasıyla, yerlerine gelen yeni komşular, birkaç katlı küçük evleri yıkıp yerlerine apartman diktiklerinde... Çok sevdiğim arkadaşım Rena’yla, evlerinin balkonunda, yayasının yere serdiği kilimin üstünde oturup koca kuleler yaptığımız tahta küplerden birini görmüştüm yıkıntıların arasında. Alıp kendiminkilerin arasına katmıştım onu. Molozların arasına daldım diye çok kızmıştı annem ama olsun. Neriman Köksal’a benzeyen ve mahallenin tüm erkeklerinin yüreğini hoplatan, fıkır fıkır Dhanai teyzenin lepiska saçlarını tutturduğu taşlı tarağın tekini de bulmuştum sonra, Lighor Papu’nun (dede) bize akide şekeri verdiği dev cam kavanozun kapağını da... Kendim dahil hiç kimse anlayamamıştı, öyle içli ağlama nedenimi. Annem bile azarlandığım için olduğunu sanmıştı. Ağlamazdım da belki, garip bir buruklukla kalırdım yalnızca. Ama Rena’yla boylarımızı ölçmek için çizik attığımız kapı pervazı, tuz basmıştı sanki çocuk yüreğimin yarasına, taşıvermişti gözyaşlarım.

İşte o zaman bu zaman, her yıkım yıkıcı gelir bana. Mekânların, içinde yaşayanların anılarından, yaşanmışlıklardan, heyecan ve duygulardan devşirerek biriktirdiği muazzam bir enerjiden oluşmuş ruhları olduğuna inanırım. Saygıyı hak ettiklerini düşünürüm. Bu garip duyguyu en son Karagözyan Derneği’ni pat diye yıktıklarında yaşamıştım. Nedense, hiç olmazsa yıllarımızı verdiğimiz, heyecanlar, mutluluklar, acılar, kayıplar yaşadığımız o mekânın çatısı yerle bir edilirken –ki engel olmamız mümkün değildi– yanında bulunmak, destek olmak, boşluğa savrulan anıları bedenlerimizde toplamak istemiştik. Çok arzu etmiştik. Olmamış, yetişememiştik. Sahnenin yıkıntıları arasında dolaşırken sonradan, tıpkı o çocukluğumda çizik attığımız kapı pervazını gördüğüm günkü gibi, ayakta kalan sahne kenarında ‘Arto Berberyan Sahnesi’ yazılı plaketi, sahne arkasındaki duvarlara yazılmış isimleri ve bazı günlerin anısına atılmış tarihleri gördüğümde tutamamıştım gözyaşlarımı.

Yıllarca, defalarca, birçok yıkım gördük biz ülkecek, ve görmekteyiz ve göreceğiz. Belli, hiç kimse engel olamayacak bu rant zaafına, bir de özellikle geçmişten iz bırakmama kararlılığına. Tahmin ettiniz, Kamp Armen’i apar topar yıkma girişimi depreştirdi bu duyguları. Benim orasıyla, varlığını bilmekten öte bir ilişkim olmamıştı gençlikte. Dar gelirli olsak da, yokluk görmeden, özlem bilmeden, ana baba ihtimamıyla büyüyen şanslı çocuklardandım. Yıllar sonra, binlerce farklı koşulun içine doğmuş çocuğa öğretmenlik yaptıktan ve hayatla iyice piştikten sonra, kader beni aniden oraya yönlendirdi bir gün.

Kamp Armen’de birbirlerini tanımadan yaşamış iki kardeşten birini oynadım bir filmde. İlk kez o zaman girdim kapısından. O terk edilmiş haliyle gördüm, bir zamanlar çocuk seslerinin çınladığı mekânı. Köşesini bucağını gezdim, odalarına girdim, çatısına çıktım, bahçesinde dolandım, çocuk ellerin diktiği ağaçlara sarıldım. Neler gördü gönül gözüm, neler duydu gönül kulağım. Öyle ki, dokundu o ani yıkım. Eh, herkese dokundu tabii. Ama kendi duygulanma nedenlerimden yola çıksam da, şuraya bağlamak istiyorum: Bu isyanlardan bir sonuç alınacağına inanmıyorum, kaşıkla verip sapıyla göz çıkaranlara güvenmiyorum. Bu rant açlığına engel olunabileceğini pek sanmıyorum. Vicdanlara seslenmek falan para etmez artık. Korkarım, çok geç...

İyi ki yapmışız o filmi ha, yıkılmadan önceki hali görülsün bari. Ta o zaman bile “Daha önceleri neredeydiniz?” diye hep fısıldadıydı ağaçlar. Sahi, neredeydik?