NAZAR BÜYÜM

Nazar Büyüm

DÖNÜP BAKTIĞIMDA 

Bütün oylar HDP’ye!

Bu Pazar yeni/erken/tekrar seçim var.  Sandıklara akacağız. 1946’dan beri oylarımız boşa gitti. Gelip dayandığımız yer işte bugün, bugünkü Türkiye. “Efendim, ampul yapamıyorduk şimdi bak ne kadar geliştik,” diyerek, kendimizi kendimizle kıyaslamayalım, Türkiye’yi o sıralar aynı kümede bulunduğumuz İspanya, İtalya, Güney Kore ile kıyaslayalım. Her bakımdan, ama özellikle özgürlükler, insan hakları, demokrasi alanlarında geri düştük, çok geriye. Demek ki oy verdiğimiz, hükümete getirdiğimiz hiç bir parti, ne CHP, ne DP, ne AP, ne ANAP, ne DYP, ne MHP ve ne de 13 yıldır mutlak iktidar olan AKP bir işe yaradı, bize huzur ve refah getirebildi.

Seçmenin oyu emanettir. Demek ki 70 yıldır emanete ihanet edildi. Şimdi sıra yeni bir ümitte, sıra HDP’de. Bunca yıl emaneten verdiğimiz oylarımızı öteki partilerden alalım, tümünü, hepsini HDP’ye verelim. Hakiki insanların, hakiki dert sahiplerinin, hakikaten barış, özgürlük isteyenlerin partisine. Biz çileli halkın partisine!

Haydi! Pazar günü bütün oylar HDP’ye!

(Aşağıdaki yazı, 7 Haziran seçimlerinden 5 gün sonra, 12 Haziran’da yayımlandı. Madem “tekrar” seçim, ben de yazıyı tekrarlıyorum.)

Su çatlağını buldu!

Sular güldür güldür aktı... Arklar, kanallar sevinçle uyandı, şenlendi, neşelendi, barajlar yıkıldı. HDP oyları 6 milyonu aştı; özgürlük, eşitlik, hukuk, demokrasi talebi, diri, büyük bir güçle meclise girdi. AKP saltanatı yıkıldı. Sıra barışın kurulmasında... 

Şimdi ne olacak? Koalisyon elbette. Ama nasıl bir koalisyon, kimin kiminle ortaklığı?

Gözüken formüller, AKP-CHP; AKP-MHP; CHP-MHP.

Murat Belge 9 Haziran Salı günü yayımlanan yazısında durumu pek güzel özetlemiş. Toplumsal onarım, sağalma, cinnetten normal yaşama geçme için görünen tek seçeneği önümüze koymuş Murat: CHP-MHP ortaklığı, HDP’nin dıştan desteği. “...kısacası, kendini kaybetmiş bir adamın canhıraş manevralarıyla hayat ritmi bozulmuş bir toplumu yeniden normal temposuna döndürmek amacıyla...” kurulacak bir koalisyon.

Olur mu olmaz mı bilmem, ama dileyelim olsun. Ortalık çarçabuk temizlenerek -gerekiyorsa- yeni bir seçime öyle gidilsin. Buna cevaz verir, bunun yolunu açar mı Büyük Usta, göreceğiz.

Cumartesi arifeyi, Pazar günü bayramı yaşadık. Her gün konuşan, durmadan konuşan Cumhurbaşkanı bayramdan bu yana sus-pus. Belli ki bize sevinç ve umut veren sandık, kendisinin daima el-baş üstünde tuttuğu seçim sandığı, bu kez onun neşesini kaçırmış. Kendisi sarayda uykuda mı, kuluçkada mı? Umalım yeni düzenler peşinde değil, uykudadır. Arlo Guthrie’nin The Neutron Bomb şarkısında zamanın ABD Başkanı Ronald Reagan için söylediği gibi:

Somebody told me that Reagan was asleep
when the planes was happening.
I think it is good to have a sleeping president.
That’s not a bad idea...
The more he sleeps the safer we are!

Birisi dedi ki uçaklar kalkıp uçarken
Reagan uykudaymış.
Fikrime göre uyuyan bir başkanımız olması iyidir.
İyi bir fikir bu bence...
O ne kadar çok uyursa biz o kadar güvende oluruz!

Baştakinin çok konuşması üstüne bir alıntı da Nazım Hikmet’in Taranta-Babu’ya Mektuplar’ından:

Mussolini çok konuşuyor TARANTA – BABU!
Tek başına
yapayalnız
karanlıklara
bırakılmış bir çocuk gibi
bağıra bağıra
kendi sesiyle uyanarak,
korkuyla tutuşup
korkuyla yanarak
durup dinlenmeden konuşuyor.
Mussolini çok konuşuyor TARANTA – BABU
çok korktuğu için
çok konuşuyor!

(Bu iki alıntıdaki başkanların iyi örnekler olmadığını biliyorum; kabahat bende değil ilham edende...)

Doğuştan azınlık ve azınlıkta olmanın bir avantajı var, hep kaybetmeye alışırsınız. 1965 seçimlerinde gittiğim ilk sandıktan 7 Haziran seçimlerine kadar oy verdiğim hiç bir parti beni sevindirmedi. Sevincimi, lakin, hiç kaybetmedim, hep içimde yaşattım. ’65 seçimlerinde Meclis’e 15 gülle gibi giren Türkiye İşçi Partisi için yaşadığım ruh yükselmesini, coşkuyu bu kez HDP’nin büyük zaferiyle yaşadım, yaşıyorum.

Lakin:

“Daha gün o gün değil, derlenip dürülmesin bayraklar, safları sıklaştırın çocuklar...”

Sevincimiz kursağımızda kalmasın, kalmamalı. Henüz mücadele bitmiş değil, bitmedi. Evet, su çatlağını buldu, ezilen, hor görülen, azarlanan, hakaret ve gözardı edilen bir büyük kitle, Türkü, Kürdü, Müslümanı, Alevisi, Hıristiyanı, Ezidisi, Romanı, Ermenisi, Rumu, Arabı, Çerkezi yeni bir umuda yelken açtı; kadınlar görülmemiş sayıda meclise girdi; bugün dünden daha ışıklı bir gün. 

Biliyoruz ki, devlet erki bir kez ele geçti mi, hele böylesine hırs küpü insanların eline düştü mü, kolay kolay vazgeçilmez. Ve o elde, o ellerde çok oyun, çok olanak, çok güç var. Önümüzdeki yol düz değil, dümdüz hiç değil. Ama bir kez açıldı mı umudun, özgürleşmenin, eşit yurttaşlar olmanın kapıları, bir kez ucundan göründü mü güneş, artık geriye dönüş, karanlığa dönüş de mümkün olmaz.

Öyle görüyor, öyle biliyorum... Umarım doğru biliyorum.

Herkes biliyor, Numan Kurtulmuş da seçim sonrasında TV ekranlarından söyledi: Bu anayasa, Kenan Evren anayasası, mutlaka değişmeli, çöpe atılmalı; yeni, çoğunlukçu, özgürlükçü, eşitlikçi, yerinden yönetimi önceleyen, hukuku ön plana çıkartan, hakları geri dönülmez biçimde teminat altına alan, askeri/sivil vesayeti büsbütün imkansız hale getiren bir anayasa yapılmalı. 

Ama ondan ele alınması gereken iki büyük iş var: Siyasi Partiler Yasası ile Seçim Yasası. Niçin öyle...

1990’lı yılların başlarında Demokratik Girişim Platformu adında bir  grup oluştu. Oluşumun başını değerli dostum Tarhan Erdem çekiyordu. 30-35 kadar akademisyen, siyasetçi, gazeteci, düşünür, yazar, aydın iki yıl kadar çalıştık. Bir raporla Ankara’ya gittik, Meclis Başkanı Hüsamettin Cindoruk’la, ANAP Başkanı Mesut Yılmaz’la, MSP (miydi adı o sıralar?)’den Oğuzhan Asiltürk’le görüştük, çalışmamızın sonuçlarını, önerilerimizi sunduk.  

İki yıllık çalışma bize değerli belgeler kazandırdı. En önemli kazanım, o iki yasa, Siyasal Partiler Yasası ile Seçim Yasası değişmeden yeni ve çağa yaraşır bir Anayasa’nın yapılamayacağı bilincine kavuşmamız oldu.

12 Eylül darbesinin üstünden henüz 10-12 yıl geçmiş olmasından sanırım, görüşlerimiz, önerilerimiz hiç ama hiç kabul görmedi, dikkate alınmadı. Başka benzer çalışmalar, öneriler de öyle... 

Bunun 12 Eylül karanlığının henüz dağılmamış olmasından kaynaklanmadığını artık görüyor, anlıyoruz. Bugün, 35 yıl sonra, hala aynı zifiri karanlığın içinde çırpınıyoruz. 1990’larda bu adımlar atılsaydı, ki kimsenin eli kolu bağlı değildi, atılabilirdi, ne 28 Şubat yaşanırdı, ne 27 Nisan... Dökülen kanlar dökülmez, onca zulüm yaşanmaz, bunca eza, bunca cefa çekilmez, halklar bu ölçüde ayrışmaz, ayrıştırılamazdı.

Artık yeter! Çekilen büyük acılar için, yitirilen onca can için, onların anıları önünde yeni bir ufuk açılsın önümüzde. Gençlerimiz, çocuklarımız için aydınlık bir geleceği artık kuralım.

Seçim ve siyasi partiler yasaları öncelikle değişsin, peşinden uygar bir anayasa yapalım. Barış gelsin, neşemiz tazelensin!