Tarih vertigosu, hafıza hipnozu: Nar Niyetiyle Hatırlamak

Dışişleri Bakanlığı’nın tarih boyunca Türk-Ermeni ilişkilerini merkeze alan “Nar Niyetiyle:Unutmanın Değil Hatırlamanın Zamanı” başlıklı sergisi Nisan ayı başında Tophane-i Amire’de izleyicilerle buluştu. 29 Nisan’a kadar gezilebilecek sergiyi soykırım üzerine çalışmalarıyla bilinen antropolog Dr. Yektan Türkyılmaz Agos için gezdi, kaleme aldı.

Dışişleri Bakanlığının Nar Niyetiyle: Türk-Ermeni İlişkilerinde Unutmanın Değil Hatırlamanın Zamanı  sergisi Tophâne-i Âmire’de ziyaretçilerini ağırlıyor. Sergi mekanı esasen III. Selim zamanı eseri olsa da, temelini Fatih Sultan Mehmet’in attığı, Kanuni’nin zaferleri döneminde altın çağını yaşayan Osmanlı klasik dönemi mirası bir askeri-endüstriyel yapı. Dahası görkemli sekiz kubbesiyle, Nar Niyetiyle sergisinin düzenleyicilerinin özlemle gönderme yaptıkları  Osmanlı İmparatorluğunun henüz düzeni bozulmamış haşmetli, kudretli ve istikrarlı günlerini simgeleyecek Tophâne-i Âmire’den daha uygun tarihi dekor zor bulunurdu. Sıcak bir kırmızı, siyah ve beyaz renklerle bezenmiş sergi alanı, binanın ihtişamı içerisinde maalesef oldukça ezik kalıyor. Serginin tarihsel büyük anlatısı içerisinde Osmanlı Ermenilerinin emsalsiz ve mükerrer felaketleri nasıl dipnotlaşıyor, silikleşiyor ve hatta görünemez kalıyorsa, aynen öyle.

Ziyaretçileri sergi alanında ilk olarak büyük bir ekran pano karşılıyor; bir saat sarkacı 3-4 saniyelik devirlerle Osmanlı Ermenilerine ait peş-peşe görselleri ayırıyor. İshak Paşa Sarayı’nın ardında yükselen, zirvesi kırmızı bir daireyle işaretlenmiş Ararat fotosuyla başlayan kartpostallar birer altyazıyla sunuluyor. Sarkaç bir sağa bir sola dönerken sergi izleyicisi şu satırları okuyor: 

‘Geçmişi Unutma...
Hatırla.
Gelecek için
Birbirimize ne kadar benzediğimizi hatırla,
Nasıl yaşadığımızı neler yaptığımızı.
Bir anın değil,
Uzun bir yolculuğun yol arkadaşı olduğumuzu unutma
Binlerce yaşanmışlığı
Sevinçleri, umutları, acıları ve dayanışmayı hatırla.
Geleceğimiz için hatırla.
Geçmişi unutma
Çünkü yas tutmaya ölüm değil
Yaşam üzerine bir diyalog yaraşır.
Sessizliği kırarken, acıları anarken,
birlikte ve adilane hatırlamalı  
Geçmiş bir pranga değil,
geleceğe uzanan bir köprü olsun diye.
Birlikte yürümeye devam edelim diye...’

Ekranın sol yanındaki sabit panoda iki yıl önceki başbakanının ‘tarihi başsağlığı’ mesajı, sağ tarafta ise o zaman dışişleri bakanı olan Davutoğlu’nun ‘adil hafıza’ çağrısı yer alıyor. Bu panoları aşıp sergi alanına ulaşınca, oldukça ‘eğlenceli’ bir temaşanın sizi beklediğine emin oluyorsunuz: Orta alanda Orlando Carlo Calumeno’nun eşsiz koleksiyonundan metal çubuklara sabitlenmiş, yüzlerce kartpostal görüyorsunuz. Esas olarak farklı vilayetlerden Osmanlı Ermenilerinin günlük hayatlarını, yaşam alanlarını ve mesleki faaliyetlerini temsil eden görsellerden oluşan bir kartpostallar deryası. Orta yerde ise, bu sefer dokunmatik bir ekrana yayılmış kartlar. Bir parmak hareketiyle istediğinizi seçiyor, büyütüyorsunuz. Ben de dalıyorum karıştırmaya. Bir Adana kartpostalına denk düşüyorum. Görsele gözüm aşina 1909 Kilikya kırımını resmeden bir foto. Altında küratöre ait Adana’da Ermeni okulu minvalindeki yazıya acı bir gülümsemeyle bakıyorum.

Bu orta alandaki dikkat tüketen kartpostal şöleninden kendinizi alıp sağ tarafınıza bakarsanız duvar boyu   sizi küratör ve düzenleyicilerin gözünden dönemlere ayrılmış ‘Türk-Ermeni’ tarihi bekliyor. Hikayemiz 1064’te, yani Türklerin Anadolu’ya girişiyle   başlıyorsa da temel vurgu 1878’e (Berlin Kongresi) kadar örnek barış dönemi olarak devam eden Pax Ottomana üzerine. Osmanlı tipi barıştan kasıt İmparatorlukta değişik dini cemaatleri Müslümanların en üstte olduğu bir hiyerarşik bir örgütleme ile bir arada ve dayanışma içerisinde tuttuğu övülen meşhur millet sistemi. Hal böyle olunca da altı çizilen husus 1461’de İstanbul’da Ermeni Patrikhanesinin kurulması ve onun etrafında gelişen ‘Ermeni özerkliği’ oluyor. Takip eden ana başlık 19. yy.’da Osmanlı Reformları ve Ermeni Rönesans’ını temsil işliyor: kültürel aydınlanma, Batı’yla gelişen ilişkiler, Amira sınıfının ve laiklerin yükselişi... Hemen ardından Berlin Konferansı sonrası Batı’nın hem diplomatik müdahaleleri hem de ideolojik etkileriyle gerilen ‘Ermeni-Türk’ilişkileri anlatılıyor. Ermeni toplumunda ‘Sosyalist İhtilalciliğin’  kışkırtıcı eylemleri, Osmanlı(cı)lığı yeniden yorumlayan Abdülhamit  ve ilk ‘çatışmalar’ ve gayet tanıdık ‘provokasyon tezi’ tekrar edilirken o dönemki ve sonraki devrimci, liberal ve hatta muhafazakar Ermeni çevrelerinin temel talebinin eşit yurttaşlığı garanti atına alan yasal statü ve özyönetim olduğunu göremiyoruz, duyamıyoruz: 

‘Bu partilerin girişimiyle başlatılan 1894 Sasun İsyanı ve daha sonra 1895 ve 1896 yıllarında İstanbul’da gerçekleştirilen eylemler, merkeziyle zaten gergin olan ilişkileri daha da zorlaştırmış ve kapsamlı bir çatışmayı da beraberinde getirmiştir. Ermeni ihtilalci örgütlenmesinin temel hedefi 1895 ve 1896 yıllarında yapıldığı gibi ses getirici eylemler aracılığıyla Berlin Antlaşması’nın 61. Maddesi çerçevesinde Büyük Devletlerin müdahalesini sağlamak olmuş, bu ise ilişkileri daha da sertleştirmiştir.’

Doğal olarak tarih anlatımız II. Meşrutiyet (1908-15) döneminde, Osmanlıcılık idealinin yükselişi ve çöküşü ve bunun bölgesel, imparatorluk içi bağlamı ile sürüyor, dönem dünya savaşıyla nihayetleniyor. Ve 1915’e ulaşıyoruz. 1915... tarihinin hemen yanında büyükçe bir Talat Paşa portesi konulmuş. Lafı uzatmadan sergi düzenleyicilerinin kısa geçilen ‘1915 Sevk ve İskan Kanunu’ bölümünde, Büyük Felakete dair şu açıklamasıyla yetineceğim:   

‘Uygulamada değişik bölgelerden Suriye’ye gönderilmek üzere yola çıkarılan sivil halka yönelik, hükümetin kontrolü dışında katliamlar da gerçekleşmiştir. Gerek bu katliamlar gerek uygulamanın icra edildiği zor koşullar nedeniyle Osmanlı Ermeni toplumunun önemli bir kısmı yaşamını yitirmiş, kültürel varlıkları tahribata uğramıştır.’

Hükümetin  koşullar, uğradığı ihanet, karşı karşıya kaldığı komplo sonucu mecbur kalıp hayata geçirdiği bir uygulama ve istem dışı bir felaket! İşte sergiyi düzenleyenlerin mahcupça kabul ettiği Osmanlı Ermenilerinin imhasının izahatı. Rusya’nın, Batılıların, Ermeni devrimcilerin mesulü ve sivil halkın uygulayıcısı olduğu, asla kastı bu olmayan hükümetin ise, engellemeye çalıştığı ve hatta sorumlularını adalet önüne çıkardığı bir soykırım! 

Sevk ve İskan’ın hemen altındaki ‘Cumhuriyet, Ulus-Devlet ve Ermeniler’ bölümü ‘küçülmüş’ Ermeni toplumunun azınlık statüsüne sahip olduğu cumhuriyet yönetiminde ’siyasal ve sosyal krizler, ekonomik buhranlar, toplumun geniş kesimlerinde olduğu gibi azınlıklarda da zaman zaman mağduriyetlere’ yol açtığı not düşülmüş. Tabii ki yine faili olmayan, programı olmayan ‘ortak’ bir mağduriyet bu. Bu kısma 1965 sonrası yükselen Ermenilerin dünya çapındaki soykırım tanınması talepleri, düzenleyenlerin tabiriyle ‘organize bir propaganda kampanyası’ ve bunun yarattığı radikalleşme sonucu Türk diplomatların öldürülmeleri de araya sıkıştırılmış.    

Bu arada büyükçe, yine dokunmatik bir  ekran tarihsel anlatının özetini sunuyor ziyaretçiye. 22 dijital sayfadan oluşan özetin ilk yedi sayfası mutlu Osmanlı geçmişine gönderme yaparken on üç sayfa apolejetik bir dille Büyük Felaket’e giden yolu anlatıyor. Müslümanlar başta olmak üzere her grubun büyük acılar çektiği Osmanlı son döneminde soykırıma uzanan yolda misyonerler, silahlanan Ermeni milliyetçileri, dünya savaşındaki Ermeni gönüllüleri, savaşın kaotik ortamı, 2. Dünya savaşında Japonların Amerika’da ‘tehcir ve iskanı’, (Ermenilere karşı) ‘intikam peşindeki yerel gruplar’ vb. her unsur, koşul, örnek ve aktöre yer verilmiş. Bu çok ‘büyük resimde’ bir tek hükümet, onun karar ve tercihi ve dolayısıyla adalet gerektiren sorumluluğu yok.  Son sayfada okuyucuyu bir sürpriz bekliyor, Hrant Dink’ten bir alıntı:

‘Gerçek hakem halklar ve onların vicdanlarıdır. Benim vicdanımda ise, hiçbir devlet erkinin vicdanı, hiçbir halkın vicdanı ile boy ölçüşemez. Benim tek istediğim canım Türkiyeli arkadaşlarımla ortak geçmişimi alabildiğine etraflıca ve o tarihten hiç de husumet çıkarmamacasına özgürce konuşabilmek’ (1 Kasım 2004)

Ekranın tam karşısındaki duvarda da Hrant Dink’in yukarıdaki sözleriyle bir kez daha karşılaşıyorsunuz, bu defa Dink’in bir fotoğrafı da eklenmiş. Bu sözlerin sahibinin soykırımdan günümüze katmerleşerek gelen ve  serginin yok saydığı popüler ve resmi Ermeni düşmanlığının son dönem en bilindik kurbanı olduğunu küratöre hatırlatmak gerekir mi acaba!

Bin yıllık ortak tarihi geçtikten sonra ziyaretçinin karşısına bir siyah duvar geliyor. Bu duvarın arkası serginin ikinci temel malzemesi (esasen Osmanlı) arşiv belgelerine ayrılmış. Orada bir kuşak gibi yan yana sıralanmış on altı fotoğrafın üst sol tarafında bir kez daha dönemin başbakanı, şimdiki cumhurbaşkanının ‘1915 olayları’ ile ilgili bilindik 23 Nisan 2014 tarihli ‘başsağlığı’ dileği yer alıyor. Alt solda ise ortak geçmiş geçildikten sonra şu ibare yer alıyor:

‘1915 tehciri yirminci yüzyılın ilk büyük felaketi olan Birinci Dünya Savaşı koşullarında yaşanmış elim bir insanlık trajedisi olarak yerini almıştır.’ 

Sağ alttaki yazı ise size on altı fotoğrafın ‘Balkanlar’da, Anadolu’da ve Kafkasya’da’ dünya savaşı öncesinde, esnasında ve sonrasında  yaşanan büyük göç dalgalarına ait olduğunu hatırlatıyor!

Duvarın arkası oldukça ilgi çekici (dağıtıcı da denilebilir) bir şekilde organize edilmiş: üzerindeki etikete göre belgeyi detaylı görmek isterseniz üzerine basınca içinden ekran çıkan duvara gömülmüş onlarca çekmece. Ekranlarda belgelerin Osmanlıca orijinallerini, Türkçe transkripsiyonlarını veya İngilizce tercümesini okuyabilirsiniz. Belgeler kısmı da serginin kalanının aksine sosyal, kültürel (ortak )tarihe gönderme yapmıyor, doğrudan ‘1915 olaylarını ve tehciri’ konu ediyor. Siyah duvara paralel beyaz zemin üzerine ‘Osmanlı Devleti’nin Ermenilere yönelik uygulamaları’, ‘1915 Tehciri’ ve ‘Ermeni İsyanları’ başlıkları yerleştirilmiş. Ancak son başlık şok etkisi yapıyor ‘Ermenilerin Geri Dönüşü ve Malların İadesi.’ Yani mutlu son! Gözlerimi ovuşturup tekrar bakıyorum, aynen de doğru görmüşüm. Tabii ki mütareke dönemine ait 2-3 belge de bu başlığın delili olarak serpiştirilirmiş. Bir kez daha karşımıza dokunmatik bir ekran çıkıyor, daha fazla belge, daha detaylı bilgi isteyen meraklı (veya ilgi dağıtmak isteyen) ziyaretçiler için. 

Belgeler kısmında belki de serginin en saklı kısmında, silahlı Ermeni grupların öldürdüğü Türk yetkililer ve ailelerine atıfla 34 fotoğrafın duvarda yerini almış. Diğer tarafta ise tarihi hikayeye Ermenistan-Türkiye ilişkileri de eklenmiş.

Sergiyi küratörün kurgusunun sizi yönlendirdiği gibi sağ taraftan izlemeye başladıysanız sizi belgelerin hemen ardından oldukça renkli bir ‘Bizim Ermenilerin’ Osmanlı sosyal-kültürel-mimari tarihindeki temsili kısmı bekliyor ziyaretçiyi. Ünlü Ermeni mimarları, Osmanlı imparatorluğunda Ermeni yazın ve basın/m tarihi, Ermeni tiyatrosu, müziği ve müzisyenleri hakkında görseller, objeler ve kısa anlatılar oldukça hoş ve rahatlatıcı bir izlenim ve haleti ruhiye yaratacak cinsten. Kişisel merakımdan özellikle Ermenice kitaplara bakıyorum, biri hariç Osmanlı son döneme ait oldukça rasgele seçilmiş, Ermeni yayın tarihinde özel bir önemi olmayan yıllıklar, konuşma kılavuzu, sözlük, çeviri... Zanaat kısmında sergilenen objeler için de aynısını söyleyebilirim. Bu arada gözüm Basın Edebiyat Mizah bölümünde altta yuvarlak çerçeveler içerisindeki Zabel Yesayan  ve Krikor Zohrab’a takılıyor. Hiçbir açıklama yok, ne yazdılar, ne yaşadılar ve (Krikor Zohrab, Daniel Varujan ve diğerleri) niye öldüler  ve daha önemlisi bizlere ne anlatmaya çalıştılar, koca bir suskunluk....

Eminim bu sergi çoğu gezenler için oldukça ilginç, sıra dışı olacaktır. Birçok  İstanbullu Ermeni’yi de kendi tarihlerine ait sosyal, kültürel kayıtları sergileniyor görmek oldukça mutlu edecektir, haklı ve anlaşılır olarak. Ancak, acaba bu iki türden ilginin de bir ortak sebebi yok mu? Soykırım bir tek tehcirle, katliamla, çocuklara el koyulmasıyla, kadınların kaçırılmasıyla, mallara el konulmasıyla Ermenileri fiziken ortadan kaldırmadı, aynı zamanda hem Ermeniliğe karşı nefreti daha önce görülmedik ölçüde büyüttü, hem de onları kendi topraklarının yabancısı ilan etti. Dolayısıyla Ermenilerin bu ülkedeki köklü sosyal, kültürel ve ekonomik varlıklarını normalleştirmek yönündeki her girişim, ister istemez soykırımın yıkıntılarıyla karşı karşıya kalmayı, muhasebeyi ve de adalet talebini konuşmayı gerektirecek bir adım olacaktır. Nar Niyetiyle: Türk-Ermeni İlişkilerinde Unutmanın Değil Hatırlamanın Zamanı sergisinin de düzenleyicilerinin niyetinden bağımsız böyle bir etkisi olacağını düşünüyorum. 

Serginin düzenleyicilerinin defaten tekrar ettikleri bir nokta bu topraklardaki Ermeni tarihinin 1915’e indirgenemeyeceği. Yakın dönem tarihyazıcılığı da bu noktanın altını kalınca çiziyor aslında. 1915 kendinden sonraki tarihi büyük ölçüde açıklasa da, geriye doğru binlerce yıllık Ermeni varlığını, kültürünü, deneyimini açıklayamaz. Benzer bir noktayı Holokost için de yapabiliriz, Almanya’da Yahudi-Alman ilişkileri bir tek soykırıma indirgenemez; ancak bu durum bizi bir kırılma noktası, telafisi mümkün olmayan bir deneyim olarak soykırımı tarihdışılaştırmak, istisnalaştırmak ve ucuzlatmaya götürmemelidir. Unutulmaması gereken iki temel nokta var burada. Birincisi, 1915 bin yıllık Ermeni-Türk (sergiyi düzenleyenlerin diliyle söylüyorum) tarihinin kaçınılmaz bir sonucu değildi, ancak o tarihin mümkün kıldığı sonuçlardan biriydi. Diğer nokta ise 1915’in asla bir istisna olmadığıdır. Sergide gözlerim ısrarla 1894-96 katliamlarına ait bir temsil, bir yorum, bir görsel aradı ancak maalesef; ha keza, 1909 Adana pogromu sergide, belli ki, 1915’i istisnai bir dönem, olay olarak göstermek için kasten pas geçilmiş. Bu durum sergi düzenleyicilerin çokça sarf ettikleri ‘adil hafıza’ bir yana, son yüz elli yıllık Ermeni tarihinin temelden tahrif etmek demektir. 

Sergi, Dışişleri Bakanlığı çevresinin 2009 protokoller tartışmaları ve ardından inşa ettikleri yeni inkarcılık söylemini çok iyi yansıtıyor. ‘1915 olaylarını’ bir insanlık trajedisi olduğunu kabul edip, katliamları ya benzer katliam ve nüfus temizliği hareketleriyle karşılaştırma içerisinde boğuntuya getirmek, bağlam vurgusu yaparak, yerel güçlerin kırımlara katılımını neredeyse karar verme mekanizması seviyesine yükseltmek ve ‘devrimci Ermenileri’, yani mağdurları suçlamak, kasıt kavramını mutlaklaştırarak hukuken incelenebilir ve de devlet tarihini lekeleyebilir bir mesele olmaktan çıkarmak, bu yeni inkarcılığın en sık başvurduğu araçlar olmuştur. Şüphesiz soykırımlar karmaşık, katmanlı ve çok sebepli olaylardır. Ancak bu bağlamda çok kritik iki nokta mevcut. Birincisi soykırımı bir süreç olarak ele almayı reddedip onu olaylaştırmak. İkincisi ise failliğin ve karar vericiliğin, daha geniş ele alınabilecek sorumluluk kavramı içerisinde boğuntuya getirilmesidir. Bir başka deyişle Ermeni Soykırımı’nda sorumluluk büyük devletleri, ve hatta kimi Ermeni aktörleri içine alacak kadar genişletilebilir, ama karar verici ve temel failin kim(ler) olduğu çok açıktır. Ancak bundan birkaç yıl öncesine kadar hükümetin farklı kesimleri arasında bu yeni söylem konusunda göze çarpan bir yakınlaşma vardıysa da, son iki yılda yarım asırdır kendisini Ermeni meselesinin Türkiye cephesinde temel aktörleri gören Dışişleri ile devletin diğer kurum ve aktörleri arasında bir tutum ve söylem ayrılığı belirginleşiyor. Bu sergi aynı zamanda bunun da açık bir ifadesi oluyor 

Sergiyi düzenleyenler bunun bir soykırım veya Ermeni sorununun nasıl hatırlanması gerektiği üzerine bir sergi olmadığını iddia edebilir. Ancak Türkiye’de, soykırım anmasının yıldönümüne denk düşen bir zamanda, hafıza temalı bir   sergi kaçınılmaz olarak hem 1915 ve sonuçları  hem de ondan önceki felaketlerle diyalog içerisindedir.   Soykırım gibi felaketlerin müzeleştirilmesi veya sergilerde  temsiline dair lafı çok uzatmadan iki noktanın altını çizmek isterim. Bu yalnız bu sergi için değil yakın zamanda düzenlenmiş bir başka sergi için de geçerli olacaktır. Birincisi, bu gibi temsillerde eğer amaç felaketler karşısında duyarlılık geliştirmek ise, temsildeki hedeflerden biri bilgilendirmek ise, diğeri ziyaretçinin konsantrasyonunu en üste düzeye çıkarıp, huzursuz etmek, ona mağdurların deneyimlerini elverdiği ölçüde hissettirmek, onun anlamakla sıradanlaştırmak arasında bocalamasına mümkün olduğunca engel olmaktır. Ayrıca soykırım türü felaketlerin temsilinde itina, malzeme seçimi ve düzenlenmesinde özene bilhassa özen gösterilmelidir. Maalesef bu sergi hem daha önce Osman Köker’in küratörlüğünde iki kez sergilenmiş bir malzemeyi kullanması, hem defaten yayınlanmış Osmanlı belgelerine sığınması ve hem de kullanılan diğer obje, kitap vb. seçimindeki özensizlikle bu standartlardan oldukça uzak düşüyor. Ancak bence en sorunlu kısım bütün serginin bir rahatlatma, sergi sırasında kullanılan teknolojiyle ilgisini dağıtma, ziyaretçiyi kendini eğlendirir bir halde getirmesidir. Sergiyi gezip Tophâne-i Âmire’nin çıkışına birçok ziyaretçinin oldukça ‘hoş’ bir temsil gezdiklerini düşünerek yöneldiklerine şüphem yok.

Ben ise geriye dönüp baktığımda hipnozitörün sarkacını görüyorum.           

OKUMAK İÇİN TIKLAYIN: Küratör Güzin Erken sergiyi anlatıyor - Derdimiz tüm olayı 1915'e kilitlemene 4 yıllık zaman diliminde anlatmak 



Yazar Hakkında