Başbakan Erdoğan’ın tarihe geçmeye aday “Her kürtaj bir Uludere’dir”, “BDP’liler nekrofil, yani ölü sevicidir” vecizeleri üzerine, Cumhuriyet tarihimizin vecizeler tarihine göz atmaya karar verdim.
Cumhuriyet’in siyasi tarihinde iz bırakan sözlerin kronolojik olarak en eskisi, herhalde, Mustafa Kemal’in “Biz bize benzeriz” sözüdür. Mustafa Kemal, etkileri bugüne dek süren bir zihniyet örüntüsünü formüle eden bu cümleyi, 1 Aralık 1921’de TBMM’de, Bakanlar Kurulu’nun görev ve yetkilerini tayin eden kanun teklifi görüşülürken yaptığı konuşmada sarf etmiştir. Mustafa Kemal’in en uzun konuşmalarından biridir bu; tam 31 sayfa tutar. Hüseyin Avni (Ulaş) Bey’in başını çektiği muhalif İkinci Grup’un, kanunun yasama, yürütme ve yargı yetkilerini hükümetin elinde toplanmasına neden olduğunu yani ‘kuvvetler ayrılığı’ değil ‘kuvvetler birliği’ ilkesine uygun olduğunu ileri sürmesi üzerine kürsüye çıkıp bu nutka başlayan Mustafa Kemal, şöyle der: “Efendiler, bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir, sosyalist bir hükümet değildir. Ve (...) kitaplarda var olan hükümetlerin, bilimsel mahiyeti bakımından, hiçbirine benzemeyen bir hükümettir. Fakat milli hâkimiyeti, milli iradeyi oluşturan tek bir hükümettir, bu öze sahip bir hükümettir! İlmi ve sosyal noktadan bizim hükümetimizi ifade etmek gerekirse ‘halk hükümeti’ deriz! Bundan dolayı bu ve bu gibi yönlendirmelerle (...) hükümetimizin dayandığı temelin, ilmi çalışmaya dayanan bir temel olduğunu açık bir şekilde görürüz, fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş! Efendiler, biz benzememekle ve benzetmemekle övünmeliyiz! Çünkü biz bize benziyoruz efendiler.”
‘Biz bize benzeriz’ rahatlığı
Bu sözler, Y. K. Karaosmanoğlu’nun 1946’da yazdığı Atatürk monografisinde güncellendikten beri sıkça karşımıza çıkar. Ne zaman Türkiye demokrasi ya da insan hakları açısından eleştirilse, cevap hazırdır: “Ama biz Avrupa değiliz, bizim özel koşullarımız var.” Ne zaman dış politikadaki bir adımımız eleştirilse, cevap hazırdır: “Ama biz İsviçre değiliz. Bizim dört bir yanımız düşmanlarla çevrili.”
Mustafa Kemal’in 1 Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılması tartışmalarının uzaması üzerine “Mesele zaten olupbitti haline gelmiş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek gerektiği şekilde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir” demesi ve bunu derken, elini Komisyon Başkanı’nın boyun hizasından geçirerek, kafa kesme işareti yapması, Türk siyasetinin kadim yöntemi olan zor kullanımının yeni düzende de geçerli olduğunu zihinlere kazır. Bu tarihten sonra, Mustafa Kemal’in her sözü bir vecize muamelesi görür, afişlere, pankartlara yazılır, kamu binalarına asılır. Bunlar arasında, TBMM’nin 1 Mart 1922 tarihli Üçüncü Toplanma Yılı’nı açarken söylediği “Türkiye’nin sahibi hakikisi ve efendisi, hakiki müstahsil olan köylüdür”, 1926’da İzmir’de kendisine suikast yapılacağını öğrendikten sonra söylediği “Benim naçiz vücudum bir gün toprak olacaktır, ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır”, 1927’de CHF Kongresi’nde okuduğu Nutuk’un Gençliğe Hitabe bölümündeki “Ey Türk Gençliği, muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” ve Nutuk’taki “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında mürşit aramak gaflettir, dalalettir” vecizelerini milletçe ezbere biliriz.
‘Odunu koysam milletvekili seçilir’ güveni
14 Mayıs 1950’de “Yeter, söz milletindir” sloganıyla ezici bir seçim zaferi kazanan DP Genel Başkanı ve Başbakan Adnan Menderes’in, kendi sınırsız gücünü övmek için söylediği “Odunu bile koysam milletvekili seçilir”, partili milletvekillerinin gücünü övmek için söylediği “Siz isteseniz Hilafet’i bile getirebilirsiniz” vecizelerini, 1957 seçimlerinde CHP’nin 31 milletvekilini 178’e çıkarması üzerine söylediği “Allah bir daha 27 Ekim gecesini bana göstermesin” cümlesi izleyecektir.
Menderes’in “Bu demokrasi değildir, kan davasıdır” sözü, sonun başlangıcına işaret eder. 18 Nisan 1960’ta hükümetin, CHP ve bir kısım basının faaliyetlerini soruşturmak için bir tahkikat komisyonu kurulmasına karar vermesi ise, sondan bir önceki durağa. Tam o günlerde, CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, rejimin ‘asıl sahibi’nin kim olduğunu hatırlatan o ünlü konuşmasını yapar: “Bu yolda devam ederseniz ben de sizi kurtaramam.” Ardından darbecilere yeşil ışığı yakar: “Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir haktır!”
‘Sel gibi kan akıtırım’ cüreti
İşareti alan ordu 27 Mayıs 1960’da iktidara el koyar. Temmuz başlarında Demokrat İzmir gazetesinde darbenin başı Cemal Gürsel’in şu sözleri okunur: “Gerekirse sel gibi kan akıtırım!” Kastettiği, darbeye karşı çıkanlardır. Gürsel’in 16 Kasım 1960 tarihli İsveç gazetesi Dagens Nyheter’de çıkan demecindeki şu tehdit daha da tüyler ürperticidir: “Eğer yola yordama gelmezlerse, dağlı Türkler (Kürtler) rahat durmazlarsa, ordu, şehir ve köylerini bombalayıp yıkmakta, tereddüt etmeyecektir. Öyle bir kan gölü olacaktır ki, onlar da ülkeleri de yok olacaktır.”
Darbecilerin 1961 seçimleriyle yönetimi sivillere bırakmasından sonra sahnenin yeni(den) yıldızı olan İnönü’nün Türkiye’nin 1964’te Kıbrıs’a müdahale kararı alınmasının ardından, Kıbrıs’a müdahale edilmesini isteyen ünlü ‘Johnson Mektubu’na verdiği karşılıkta “Müttefiklerimiz bu tutumlarda devam ederse dünya yıkılır. Yeni şartlarda bir dünya kurulur, Türkiye de bu dünyada yerini alır” dediği iddia edilir, ama söylediyse de, bunu resmi bir ortamda değil, bir dost meclisinde söylemiş olmalıdır. Çünkü daha mektup krizi sürerken, İnönü’nün yeni bir dünyada yerini almaktansa eski dünyada kalmaya hevesli olduğunu gösteren bir olay yaşanır. Kıbrıs Meselesi’ni çözmek isteyen Johnson’ın daveti üzerine İnönü 21 Haziran 1964’te kalabalık bir heyetle Washington’a gider. Orada Yunanlılarla görüşür ama bu görüşmelerden sonuç çıkmaz, Kıbrıs Meselesi de günümüze dek sürer.
‘Dün dündür’ pişkinliği
1973’te Fahri Korutürk’ün ancak 15. turda cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından, Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel dönemin Genelkurmay Başkanı Semih Sancar’la gizli bir görüşme yapar. Görüşmeyi haber alan gazeteciler Demirel’e giderler, ancak Demirel görüşmeyi inkâr eder. Gazetecilerin aynı soruyu sorduğu Sancar ise “Dün görüştük Demirel’le” der. Gazetecilerin tekrar görüşmeyi sorması üzerine Demirel o ünlü lafını eder: “Dün dündür, bugün bugündür.” 2003’te ABD’de Cornell Üniversitesi’nde “Yesterday is yesterday” şeklinde tekrarlayacağı bu sözün patenti, aslında Padişah I. Ahmed’e (1603-1617) aittir. Osmanlı tarihçisi Naima’ya göre, padişah bu sözü “Bu çağı bir başka çağla karşılaştırmak doğru değildir. Koşullar değişince, değerlendirmeler, tutumlar ve eylemler de değişebilir” anlamında sarf etmiştir. Demirel ise, daha sonra kendisi ve diğer mümtaz politikacıların sık sık yapacağı gibi “Dün söylediğimiz dünde kalmıştır, artık bizi bağlamaz” anlamında kullanmıştır.
Sözünden dönmeyi siyasi rutin haline getiren Demirel’in vecizeleri saymakla bitmez ama en ünlüsü, herhalde, 23-24 Aralık 1978’de Kahramanmaraş’ta baltalı, palalı saldırganlar tarafından, resmi rakamlara göre 111, gayri- resmi kaynaklara göre bunun en az iki katı insanın, doğranarak, işkence edilerek, yakılarak katledilmesi, çok sayıda kadına tecavüz edilmesi, göğüslerinin kesilmesi, 552 ev ve 289 işyerinin tahrip edilmesinden sonra kendisini sıkıştıran gazetecilere söylediği şu sözler olmalı: “Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz!”
‘Asmayalım da besleyelim mi?’ gaddarlığı
1 Mayıs 1977, Çorum, Sivas, Maraş katliamları ile ‘olgunlaştırılan’ koşulların sonucu 12 Eylül darbesi olur. Darbecilerin başı Kenan Evren, tarihe birbirinden ilginç sözleriyle girecektir. “Namaz kılacak safları öyle ayarlamak lazım ki, namaz kılanın ayağı arkasındakinin burnuna değmesin” de der, “Klozetlerin arkasına destek koyun” diye uyarılarda da bulunur, “Dinimizde israf haramdır, kadınlar çizme yerine ayakkabı giysin” diye de buyurur. Atatürk’ü öveceğim derken “Hangi taşı kaldırsan altından Atatürk çıkıyor” demesi yüzümüzde gülümseme yaratırken, 1986’da Trabzon’da yaptığı konuşmada ülkede işkence olmadığını, işkenceden mahkûm olan polis sayısı (49) ile yargılanan polis sayısını (67) toplayıp, çıkan sayıyı mevcut polis sayısına (67 bin) bölerek ispatlaması, bu gülümsemeyi acılaştırır. Ama en meşhur sözü “Asmayalım da besleyelim mi?” olacaktır. Adli Tıp raporu ile yaşı büyütülerek idam edilen 17 yaşındaki Erdal Eren’le ilgili bir soruya cevap verirken söylediği bu yüz kızartıcı söz, bu toplumun asırlardır siyasi sorunları çözmek için bulduğu en etkili yolun, “Kuracaksın meydana darağacını, sallandıracak üç beş tane!” şeklindeki zihniyet kodlamasının yeniden formüle edilişinden başka bir şey değildir. Evren, ‘idam’ deyince susmayı bilmez: “Bize ‘Sizde niye idam var?’ diye soruyorlar. Biz onlara soruyor muyuz ‘Sizde niye idam yok?’ diye?” der, “Adalet yerini bulsun diye bir sağdan bir soldan asıyorduk. Eğer sağdan iki asmışsak ertesi gün iki de soldan asıyorduk” der.
Vecize fabrikası Kenan Evren “Çankaya’yı artık bırakıyorum. Heveslileri gelsin, biz hevesimizi aldık” dedikten kısa süre sonra ülke ‘sivillere’ teslim edilir. Ama ne sivillerdir bunlar... Darbecilerin kurdurduğu Milliyetçi Demokrasi Partisi’nin Genel Başkanı Turgut Sunalp de Evren’den geri kalmaz; gözaltına alınanlara işkence yapıldığı ve copla tecavüz edildiği haberlerine kızıp, tarihe geçen şu vecizeyi yumurtlar: “Niye cop kullansınlar, taş gibi delikanlılarımız var!” Neyse ki, bu sözün hayırlı bir sonucu olur ve MDP seçimlerde bir varlık gösteremez.
‘Benim memurum işini bilir’ makyavelizmi
Darbe döneminin diğer partileri Halkçı Parti ve Anavatan Partisi’nin’nin liderleri Necdet Calp ile Turgut Özal arasındaki televizyon tartışmasında, Boğaz Köprüsü’nü halka satmak isteyen Özal’a kızan Calp’in, elini masaya vurup “Sattırmamm!” diye bağırması, seçimlerde ikinci olmasına neden olur.
Yeni dönemin yıldızı Turgut Özal’ın yerel seçimlerin beş yılda bir yapılmasına ilişkin anayasa hükmünü soran gazetecilere “Anayasayı bir kere delmekten bir şey olmaz” demesini, “Bu kadar az maaşla nasıl geçinilecek?” sorusuna “Benim memurum işini bilir” cevabı vermesini, 1991’de “Irak Savaşı’na Amerikalıların yanında girersek bir koyar üç alırız” demesini unutmak mümkün müdür? Bir de müstehcen sözleri vardır, “Sen onu küçük Turgut’a anlat” türünden. En sevimli sözü ise, 1988’de Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün açılışını kendi kullandığı otomobille geçerek kutlarken, yanında oturan karısına “Semra, tak bir kaset de neşemizi bulalım” demesidir herhalde (Semra Hanım, Mısır’da kadınların kına gecelerinde yaptığı göbek dansı Mezdeke’nin kasedini koymuştur kasetçalara).
‘Kurşun atan da bir, yiyen de’ pervasızlığı
1970’lerden beri siyaset sahnesinin parlayan yeni yıldızı olan Necmettin Erbakan’ın, darbeciler tarafından kapatılan Milli Selamet Partisi’nin yerine 1983’te kurduğu Refah Partisi 1991 seçimlerinde yüzde 17’ye yaklaşan bir oy alınca Erbakan’ın özgüveni iyice artar. 13 Nisan 1994’te parti grubunda yaptığı, ünlü “Refah Partisi iktidara gelecek. Adil düzen kurulacak. Sorun ne? Geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı, kanlı mı olacak kansız mı? 60 milyon buna karar verecek” konuşmasının ardından, 1995 Genel Seçimleri’nde RP’nin oy oranı yüzde 21’e fırlar.
RP ile Tansu Çiller’in Doğru Yol Partisi’nin Refah-Yol Koalisyonu’nu kurmasından sonra Erbakan’la Çiller vecize yarışına girerler. Örneğin 1996’da, derin devletin kirli çamaşırlarının bir araba kazasıyla ortaya döküldüğü Susurluk Skandalı’ndan sonra, Başbakan Yardımcısı Çiller, “Bu millet uğruna, ülke uğruna, devlet uğruna kurşun atan da yiyen de her zaman bizim için saygıyla anılır. Onlar şereflidirler” diyerek çetelere koltuk çıkacak; Başbakan Erbakan, skandalın aydınlatılmasını isteyenleri “Glu glu dansı yapıyorlar” diye alaya alacak; Adalet Bakanı Şevket Kazan, Avukat Ergin Cinmen’in önderlik ettiği Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık Kampanyası’nı yürüten sivil toplumu “Mumsöndü oynuyorlar” diye tahkir edecektir.
1960 darbesinin mimarlarından MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’in 1996’da bir televizyon programında Anadolu’nun çokkültürlülüğünü, çokdilliliğini vurgulayan Kürt siyasetçi Orhan Doğan’a söylediği “Ulan ne mozaiği, mermer, mermer!” şeklindeki zarif sözünü hatırladıktan sonra, 1957’de CHP Genel Sekreteri seçilmesinden 2006’daki ölümüne dek siyasetin her kademesinde önemli görevler alan Bülent Ecevit’in, “Toprak işleyenin, su kullananın”, “Yalnız Türklere değil, Rumlara da barış getireceğiz”, “Erken seçim olmasaydı, 2084’e kadar iktidarda kalacaktık”, “Kumar borcu olmayan 11 milletvekili arıyorum” sözlerini anıp geçelim.
2002’den beri sahnenin esas yıldızı olan ve iktidarının ilk yıllarındaki temkinli tavrını 2009’da Davos’ta “One minute” çıkışıyla bitiren Tayyip Erdoğan’ın “Dindar nesil yetiştireceğiz” sözü ve buna yönelik eleştirilere “Bu gençliğin tinerci mi olmasını istiyorsunuz?” demesi, bu yazıya esin kaynağı olan “Her kürtaj bir Uludere’dir” ve “BDP’liler nekrofilidir, yani ölü-sevicidir” aklıma, 1950’de DP’nin ünlü ‘Söz Milletindir’ afişini tasarlayan Mimar Selçuk Milar’ın, 1957’de DP için hazırladığı bir başka seçim afişindeki şu sözlerini getirdi: “Yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır.” Sonumuz hayrolsun.
ÖZ TÜRK OLMAYANLARIN BİR TEK HAKKI VARDIR
Tek Parti döneminin sembol isimlerinden Recep Peker’in İnkilap Dersleri Notları (1936) adlı kitabındaki “İnsanlık tarihi 20. yüzyıla açılırken tek bir şey, Türk kanı bu gürültüler içinde temiz kalmıştır” demesi veya Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un 18 Eylül 1930’da Ödemiş Yaylası’nda irat ettiği “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır” vecizesi zihinlerimize nakşolmuştur.
Tek Parti döneminin ünlü Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın Almanya’nın yenileceğinin ortaya çıktığı 1944 yılında, Müttefik Güçleri’ne selam çakmak için alelacele tutuklanan ırkçı Türkçülerden biri olan Osman Yüksel Serdengeçti’ye şöyle dediği söylenir: “Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizmle ne işiniz var? Milliyetçilik lazımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağrıldığınızda askere gelmek!” Bu nazik hitabın muhatabı olan Serdengeçti de, bugün Türk-İslam Sentezi denen ideolojinin mottosu olan “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” ifadesinin mucididir.
1949-1957 yılları arasında İstanbul Valiliği ve belediye reisliği (o yıllarda iki görevi de tek kişi yürütüyordu) yapan Fahrettin Kerim Gökay’ın “Halk plajlara hücum edince vatandaş denize giremedi” vecizesi de, Kemalizm eleştirilerine rağmen DP döneminde de, Osmanlı’dan beri süren avam-havas ayrımının bitmediğinin nişanesi olarak kütüğe kaydolur.