KARİN KARAKAŞLI

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA

Galata Kulesi, Vedat Türkali, Sami Hazinses, Nubar Terziyan ve bizim tımarhane

Az sayıda insan vardır, ağaç gibi yaslandığınız. Yaşlarından bağımsız olarak onların hep yanınızda kalacağını varsayarsınız. Daha doğrusu, bu inanca ihtiyaç duyarsınız. Vapura her bindiğimde, içgüdüsel bir hareketle başımı çevirip Galata Kulesi’nin yerinde durup durmadığına bakarım. Aynı şekilde, her eylemde, yürüyüşte, basın açıklamasında, cenaze töreninde gözüm Vedat Türkali’yi arar. Varlığı güçtür, bu kıyımı bitmez ülkede.

Veda vakti geldi diye onu aramaktan vazgeçecek değilim. Tersine, boşluğu daha fazla şey söyleyecek aslında. Ne de olsa o tek kişilik örgütlerden, ‘duruş’ diye bir şeyin hakikaten var olduğunun ispatı olanlardan. Fena halde az kalanlardan.

Nerede inkâr varsa, nerede bir devlet yalanı, bir faili meçhul, bir kaybettirme, bir kıyım, onu ifşa ederken gücümüzdü Vedat Türkali. Soran, öğrenen, paylaşandı. Kim haksızlığa uğramışsa yanında onu buldu. En sarih kelimelerle. Tekerlekli iskemlesinde, üzerinde battaniyesiyle. O battaniyeyi fırlattığı gibi ayağa fırlayışıyla. Varlığıyla siyasi mücadeleydi. Görmek yeterdi.

Bir süre önce de Sami Hazinses’e veda vaktiydi. Baba Mıgırdiç ve ana Enna’nın oğlu, Diyarbekirli Samuel Uluçyan’a, başka bir deyişle. Gâvur Mahallesi’nde, soykırımda mucize eseri sağ kalmış bir babanın oğlu olarak başlayan bir hayattı onunki. Bir Gül’e olan onulmaz aşkını şarkılara işleyen, hüzünlü bir sesti. Kimse Ermeniliğinden bahsetmedi içli bestelerde kalbe yol alan sesi ve kim bilir kaç filmdeki görüntüsüyle ortak belleğe nakşolurken.

Nubar Terziyan ise, isminin açıklığıyla Ermeni’ydi ama haddini bilmeliydi. Yeşilçam filmlerinin unutulmaz oyuncusu Nubar Terziyan mahallenin manavı, kasabı, sütçüsü; ‘jönün’ babası, amcası, en yakın dostu, ama oyuncuların hep en tontonu oldu da, oğlu gibi sevdiği Ayhan Işık’ın 1979’da beyin kanaması sonucu aniden genç yaşta ölümü üzerine verdiği ilanla öğrendi bir kez daha sınırları. İlanda aynen şunu yazmıştı: “Oğlum Ayhan, Dünya fanidir ölüm herkese nasip ama sen ölmedin, zira geride bıraktığın bizlerin ve milyonların kalbinde yaşıyorsun... Ne mutlu sana... Çok kısa oldu senin için hayat... Ruhuna Fatiha, nur içinde yat... Amcan Nubar Terziyan”

Ve bir gün sonra Ayhan Işık’ın ailesi gazeteye şu cevabi ilanı verdi: “Önemli bir düzeltme: Amcan Nubar Terziyan imzasıyla çıkan ilanla sevgili varlığımız Ayhan Işık’ın hiçbir ilişkisi yoktur. Akrabalar, verdiğimiz aile ilanında isim isim ve teker teker bildirilmiştir. Görülen lüzum üzerine üzüntüyle duyururuz...”

Görülen lüzum, aslında Nubar Terziyan’dan bağımsız olarak, eğitiminden basınına, siyasetinden sanatına, ülkedeki hâkim Ermeni algısının tezahürüdür. ‘İç mihrak’ Ermeni, hadi tahammüller zorlanırsa tatlı bir komşu nostaljisi olabilir de, aileden sayılamaz. Aile kandır. Kan kutsaldır.

Nubar Terziyan'ın hayat hikâyesini paylaştığı ve Can Öktemer’in de yazısında alıntıladığı şu cümle aslında çok şeyin ifadesidir: “Doğduğum memlekette kendimi sizlere sevdirdim, paradan ziyade sempatinizi kazandım.” Bir memleket ki, ben orada doğduğum, orayı toprağım bildiğim halde ‘siz’ diye hitap etmek zorunda kaldıklarım var. Beni, ‘biz’den saymayanlar...

Yeniden başa dönecek olursak, 2004’te Hrant Dink’e verdiği söyleşide şöyle diyordu Vedat Türkali: “Ben komünistim; bütün insanlığı kardeş biliyorum, ama bu kardeşlik diğer halkların haklarını çiğnemeye dayanan ve onları asimile etmeye yönelik bir duygu olamaz. Ermenilere büyük haksızlık edilmiştir. Bir Zohrab var mesela. Bugün getirin Zohrabʼın Meclis konuşmalarının altına imza atayım. Biz bu adama ne yaptık? Sürgüne yolladık ve o yolda bir çavuş kafasını taşa vura vura öldürdü. Gomidas var ki tarihte ilk defa köy köy dolaşıp Kürt, Türk, Ermeni, tüm halkların müziğini derlemiş, öncü bir etnomüzikolog! Sürgün günlerinin acılarıyla ruhsal sağlığını yitirmiş. Çekilen bunca acı, dökülen suçsuz kanından sonra insancıl yollar düşünmek zorundayız. Yasaklarla birlikte biz Türkler de büyük zararlara uğruyoruz. Öncelikle şu vatan sevmenin ne olduğunu çok iyi öğrenmek zorundayız.”

Tarihin cilvesi, Vedat Türkali’yi elinde kırmızı karanfiliyle, gazetesinin önünde vurulan Hrant Dink’in cenazesine katılmak durumunda bıraktı. O resimden de öğrenmek gerekir, şu vatan sevmenin ne olduğunu. “Barış” diyenin kendini cezaevinde bulduğu bugünler, Türkali’nin yumruğunu havada tutmanın, unutmamanın ve yan yana durmanın vaktidir. Çünkü gün gelir, Galata Kulesi bile yok olabilir bu ülkede.