Orta Doğu’daki Ermenileri bir araya getiren istasyon

Fotoğrafçı Erhan Arık’ın uzun süredir üzerinde çalıştığı ve Orta Doğu’daki Ermeni toplumlarını ele aldığı Gayan (İstasyon) projesi tamamlandı. Arık, Agos'a Orta Doğu’da biriktirdiği hikâyeleri anlattı.

Fotoğrafçı Erhan Arık’ın uzun süredir üzerinde çalıştığı ve Orta Doğu’daki Ermeni toplumlarını ele aldığı Gayan (İstasyon) projesi tamamlandı. İki ayaklı çalışmada, projeyle aynı adı taşıyan ve önsözünü Agos gazetesi Ermenice sayfalar editörü Pakrat Estukyan’ın kaleme aldığı kitap, Aras Yayıncılık tarafından yayımlanırken, Arık’ın çektiği fotoğraflardan oluşan Gayan sergisi de 21 Eylül Çarşamba günü Depo’da açılışını yaptı. İran, Ürdün, Irak Kürdistanı, İsrail, Filistin, Lübnan, Ermenistan ve Türkiye’deki Ermeni toplumlarını fotoğraflayan Arık, projeyi, kişisel bir kimlik inşa etme çabası olarak değerlendiriyor. Irak Kürdistanı’nda IŞİD’e karşı köylerini savunan Hıristiyan köylülerden oluşan silahlı bir grubun lideri Vartanyan’dan, Ürdün’deki kuyum ustası Hagopyan’a, Burc Hamud’daki bir okulda sahnelenen 1915 müsameresinden Filistin’deki Noel kutlamalarına kadar birçok çarpıcı fotoğrafın yer aldığı projede hepimizin öğreneceği bir şeyler var. Arık, Suriye’nin Kamışlı bölgesinde dünyaya gelen ve Orta Doğu’daki Ermeni diasporasını iyi tanıyan Agos’un fotoğrafçısı Berge Arabian’ın da katıldığı röportajda, Orta Doğu’da biriktirdiği hikâyeleri anlattı. 

Gayan projesinin çıkış noktası neydi, bu fikir nasıl oluştu?

Bu proje, bir anda aklıma gelip de üstüne çalıştığım bir iş değil. Hikâyesi 2010’a kadar dayanıyor aslında. 2010’da gördüğüm bir rüyanın ardından Türkiye-Ermenistan sınırına gidip 23 köy gezerek, orada çektiğim fotoğraflardan oluşturduğum Horovel adlı bir çalışma yaptım. Horovel’in ardından 1915 meselesi, üzerinde çalıştığım bir hikâye haline geldi. Horovel’i bitirdiğimde sözümü yeteri kadar söyleyemediğimi, hikâyenin arka planına dair yeteri kadar yoğunlaşamadığımı düşündüm ve 1915’e, 1915’in bugüne kalan hafızasına, değişen jenerasyona dair daha derinlemesine çalışmak istedim.

Horovel biraz daha kişisel bir yerden başlayan, manevi bir yolculuktu. Orta Doğu’da 1915 sonrası kurulan Ermeni mahallelerine yaptığım geziler, biraz daha bilinçli ve hikâyeyi derinleştirmek üzere yapılmış olan yolculuklardan ibaret.

Bu yolculuklar sırasında 1915 sonrası Orta Doğu’da kurulan Ermeni mahallelerini gezdim. İran, Irak Kürdistanı, Lübnan, Ürdün, İsrail ve Filistin’deki Ermeni mahallelerinin yanı sıra sergide Ermenistan, İstanbul ve Antakya’dan da fotoğraflar yer alıyor. Hikâyeyi kafamda oluştururken aklımda temel düşünceler vardı. Buradan Orta Doğu’ya taşınan aidiyet, kimlik, orada yaşatılmaya çalışılan kimlik, bu kimliğin dönüşümüne odaklanmak istedim, bu benim için bir üst başlıktı. Fakat bu üst başlık, yaklaşık iki yıl süren yolculuğum sırasında neredeyse darmadağın oldu, hikâyenin birçok noktası açılmaya, ben de bu noktalar arasında savrulmaya başladım. Dolayısıyla bugün bu çalışmaya dair konuşurken çok düz bir çizgi üzerinden bir şey diyemiyorum. Oraya gittim ve hafızaya baktım, hafızanın geçmişine, bugünkü dönüşümüne baktım gibi net cümleler kuramıyorum. Ancak şunu söyleyebilirim; 1915 sonrası buradan oraya taşınan bir hafıza var ve o hafızanın yaşayabilmesi için temellerinin üzerine kurulması gereken bir mekân ilişkisi var. Hâlâ evinin bahçesinden, Türkiye’de yediği içtiğinden bahsediyor sana, Türkiye’deki komşusunu anlatıyor, Kayseri aksanıyla konuşmasıyla övünüyor.

Ermeni diasporası dediğimiz zaman, ağırlıklı olarak Avrupa ve ABD diasporasından bahsediyoruz, Orta Doğu’daki Ermenileri biz de ‘dışlıyoruz’ diyebiliriz aslında. Projeye başlarken Orta Doğu’yu tercih etme, veya Avrupa ve ABD’yi tercih etmeme sebebiniz nedir?

Öncelikli sebep, Orta Doğu’daki Ermeni mahallelerinin, tehcirin birinci güzergâhı olmaları. Dediğin gibi diaspora derken hep Avrupa ve ABD’yi kastediyoruz, oysa Orta Doğu’da yaşayan bir hafıza var ve buralar, tehcirden sonra gidilen ilk yerler.

Projeyi iki nedenden dolayı Orta Doğu’da yapmayı tercih ettim. Bunlardan ilki, az önce de belirttiğim gibi Orta Doğu’nun tehcirin ardından birinci güzergâh olması. İkincisiyse, Anadolu’yla olan yakınlık. Coğrafî yakınlığın, geçmiş ve bugüne dair kurulan ilişkide çok önemli olduğunu düşünüyorum. ABD’deki bir Ermeni’yle yan yana geldiğiniz zaman aradaki duvar çok kalınken, Orta Doğu’daki herhangi bir mahalleye gittiğiniz zaman ne siz kendinizi orada yabancı hissediyorsunuz, ne de onlar kendilerini Türkiye’ye yabancı hissediyorlar. Öte yandan Avrupa veya ABD’deki Ermeni diasporası hakkında kişisel tanışıklıklar dışında bir fikrim yok ama Orta Doğu’ya gittiğiniz zaman coğrafî yakınlıkla oluşan bir başka dili konuşabiliyorsunuz.

Görüştüğünüz, fotoğrafladığınız insanların size ve bu projeye dair tepkileri nasıldı?

Bu projeyi yakınımdakilere anlattığımda, insanların aklında oluşan en büyük soru işareti bu konudaydı. Oraya gittiğimde insanların benimle nasıl konuşup kendilerini fotoğraflamama izin vereceklerini düşünüyorlardı. Ben şuna inanıyorum, muhattaplık anlamında bu hikâyenin birinci öznesi benim. 1915 Fransa’da olmadı, Türkiye’de oldu. 1915 öncesi Ermenilerin eşi, dostu, mahalledeki arkadaşı da Türkiye’deki insanlardı. Kaba tabiriyle onların sofrasını paylaşanlar da, 1915’te onlara o büyük travmayı yaşatanlar da bizlerdik. Dolayısıyla bir Ermeni’nin bu hikâyeyi bana anlatması, bir Avrupalı’ya anlatmasından çok daha önemli. Bizim kurabileceğimiz bir mutabakat, bir ilişki yarını da etkileyebilir ama bir Ermeni’nin Fransa’daki birisine anlattığı hikâye buraya ne derece olumlu yansır, bilemiyorum. Özetle, birileri eğer sana tokat attıysa, derdini gider tokat atana anlatırsın. Kimse beni reddetmedi, bana dışlayıcı bir tavırda bulunan da olmadı. Lübnan’dayken yaşlı bir amca şöyle bir şey söylemişti: “Bize bu acıları yaşatan da, sürgün yoluna düştüğümüz zaman dedem için, babam için saçlarını yolan da sizlerdiniz.” Sorduğunuz sorunun cevabı da bu cümlede.

Fotoğraflar arasında Irak Kürdistanı’nda IŞİD’e karşı silahlanan bir Hıristiyan grubun lideri dikkat çekiyor. Biraz da onun hikâyesinden bahsedebilir misiniz?

Orası çekim yapmakta en çok zorlandığım köydü. IŞİD, saldırılar ve işgal sonucu o köye çok yakınlaşıyor. O kadar ki köyden yaklaşık 10-20 kilometre uzaklıkta. Bu yüzden de köyde yaşayan Ermeniler ve IŞİD saldırılarından kaçarak o köye yerleşen Süryaniler silahlanmaya başlıyorlar, fotoğraftaki Armen Vartanyan da köylülerle beraber silahlanarak IŞİD’e karşı direnenlerden biri.

Armen Vartanyan’ı fotoğraflarken çok zorlanmamın sebebi, bu kadar hassas bir dönemde, haliyle kimseye güven duymamasıydı. Dışarıdan gelen, üstelik de Türkiye’den gelen birisine güven duymuyorlardı. O köyde çektiğim tek fotoğraf da Armen Vartanyan’ın fotoğrafı oldu

İsfahan’da, Ermenilerin kaldığı bir huzurevinde 20 yıldır kardeşiyle birlikte yaşayan Jenik’in odasındayım. Kardeşi çok hasta. 

- Yarın gidiyorsun artık, değil mi?

- Evet. Niçin sordunuz?

- Annemle bir fotoğrafımızı çeker misin?

- Annenizle mi?

- Evet, yani fotoğrafıyla.

- Olur tabii. Babanızın fotoğrafı yok mu?

- Yok. Annemle çek.

- Tamam.

Annesinin fotoğrafını çıkarıyor dolabından. İki kız kardeşi, o fotoğrafla, anneleriyle birlikte görüntülüyorum. Öte dünya ile bu dünyayı buluşturan, deklanşöre bastığımda, belki bir göz kırpımlık süre için de olsa, ruhları huzura kavuşturan bir ‘aile fotoğrafı’...

IŞİD’in köye yakın olduğunu söylediniz, siz herhangi bir tedirginlik duymadınız mı?

Duymadım. Sonuçta köy, IŞİD tehdidinden 10-20 kilometre uzakta yer alıyor. Doğru adımları attığın sürece başına bir şey gelmeyeceğini düşünüyorsun, en azından olumsuz düşünmüyorsun. Bu anlamda herhangi bir tedirginlik hissetmedim açıkçası.

Bu proje, 1915’e dair bakış açınızda herhangi bir değişiklik, bir dönüşüm yarattı mı?

2010’da Horovel’le bu konuyla ilgili çalışmaya başladığım zaman, soykırımı ilk kez duymuş değildim. Bu yolculuğa çıkma nedenim, hayatta idealize ettiğim düşüncelerle, mücadele ettiğim meselelerle çok da samimi olmadığımı fark etmemdi. Aslında hepimiz duvarlara büyük yazılar yazar, büyük cümleler kurarız ama özel hayatımızda bazı şeyleri gözardı edebiliyoruz. Horovel’e şu nedenden ötürü başladım; doğup büyüdüğüm köy eski bir Ermeni ve Rum köyü, orada Ermenilerden kalan bir ocak var ve biz orayı ahır olarak kullanıyoruz. Dolayısıyla ben bu meseleden bihaber değildim. Fakat sokakta Hrant Dink için yürürken, kendi özelimde bu hafızayı ortadan kaldırıyorum. Bu projede ‘Şöyle değiştim, beni bu değiştirdi’ gibi cümleler kuramam. Aslında ben, kimliğimden, geçmişimden inşa edilmiş olan hafızayı yeniden inşa etmeye çalışıyorum. İnşa etmeye çalışırken zaman zaman insanlarla yakınlaşabiliyorum, zaman zaman da uzaklaşabiliyorum. Örneğin Jena’nın fotoğrafını çekerken onunla bir ilişkimiz olabiliyor, ‘Aile fotoğrafımızı çek’ dediğinde birbirimizin ortak hafızasına dokunabiliyoruz, veya öksüzler yurdunda bu merdivenleri gördüğüm zaman kendi geçmişimle ve bu hikâyenin geçmişiyle bir ortaklık kurabiliyorum. Fakat aynı zamanda Lübnan’da elinde kılıç, kafasında fes olan bir çocuğun bulunduğu bir müsamerede fotoğraf çekerken de yabancılaşıyorum.

Bu proje bir yolculuk ve bu yolculuk da sadece 1915’e dair değil. Yaşadığımız bu sistemde, bu ülkede bizim üzerimizden var edilen kimliğe karşı kendi kimliğimi, kendi anlayışımı, düşüncemi ve geçmişimi yeniden inşa etme çabası, mesele bundan ibaret aslında.

Lübnan dışında diğer ülkelerin hepsi, İslamiyet himayesi altında yönetiliyor. Bu durumda Ermeniler, günlük yaşantılarında herhangi bir sorun yaşıyorlar mı?

Tabii, her ülkenin sosyolojik yapısı birbirinden farklı. İran’da ağır, bir sürü yasakların olduğu bir sistemin içerisinde yaşıyorlar. Duvarların çok yüksek olduğu bir mahalleden bahsediyoruz. Duvarların içerisinde istedikleri gibi yaşadıkları, toplumun kalanından farklı olarak kendi hakları olan bir topluluktan bahsediyoruz. Dışarıdan baktığınız zaman yaşaması zor bir durumken, onların gözünden baktığınızda bunun bir barışıklık hali olduğunu görüyorsunuz. Büyük bir duvardan bahsedebiliriz elbette, ama bu onlar için ‘yeterli’ bir şey, çünkü böylece ibadet edebiliyorlar, mahallelerine saldırılmıyor, öldürülmüyorlar. İran’daki Ermeni mahallesini konuştuğumuz zaman aklıma Kurtuluş geliyor, son 1-2 iki yıl içinde ortaya çıkan herhangi bir olayda Ermeni mahallelerinde neler yaşandığını biliyoruz. Evet, burada bir duvar, bir sınır yok, ama burada insanlar kimliklerinden dolayı sorun yaşayabilirken, İran’da böyle bir durum söz konusu değil.

Ürdün diğer ülkelerden biraz daha rahat değerlendirme yapabileceğimiz bir yer. Tehcir güzergâhlarının ilk sıralarında yer alıyor. Oradaki cemaat, biraz daha dağılmış durumda, Lübnan veya İran’daki gibi Ermeni mahallesi bulunmuyor Ürdün’de.

Lübnan, gerek evlerden gelen Türkçe televizyon kanallarının sesi, gerek sokakta konuşulan Anadolu aksanıyla belki de tüm ülkeler içerisinde Türkiye’ye en ‘yakın’ ülke. Burç Hamud, kendinizi asla yabancı hissetmediğiniz ve hatta zaman zaman 1950’lerin Türkiyesi’ne gittiğiniz bir mekân. Bir gencin sizinle Kayseri veya Maraş aksanıyla konuştuğunu duyuyorsunuz ve bir anda tuhaf hissediyorsunuz. Lübnan, hem 1915’in hem de bu hafızanın çok güçlü bir şekilde yaşatıldığı bir yer.

Kudüs beni çok etkileyen yerlerden biriydi. Cemaatin çok daha içe kapandığı ve bir manastır içerisindeki hayata odaklandığı, evlerin birbirine çok yakın olduğu bir şehir.

Tüm bunlar içerisinde konuşmamız gereken en önemli yerlerden biri de Irak Kürdistanı. İlk gittiğim zaman, giyimiyle kuşamıyla, yaşam biçimiyle bir Kürt coğrafyasında olduğumu anladım, herkesin aynı şekilde yaşadığını gördüm. Şalvar giyen Ermeniler vardı. Türkiye gibi sağlıksız bir coğrafyadan geldiğim için, gördüğüm manzaraya çok şaşırmıştım. Oysa tehcir olmasaydı, Diyarbakır’daki Ermeniler halen o kıyafetleri giyeceklerdi. Geleneği göreneği neyse ona göre davranacaktı. Orada bir Ermeni’yle ısrarla 1915’i konuşmaya çalışmıştım, bir süre sonra “Ne 1915’i, ne Ermeniliği, bırak bunları, Saddam’ı konuşalım, ben ne çektiysem Saddam’dan çektim, bunu da Ermeni olduğum için değil, Kürt olduğum için çektim” dedi. Irak Kürdistanı da bu anlamda benim için en özel yerlerden biriydi.

Projede Mısır’ın yer almamasının sebebi nedir?

Aslında projede vardı ama Mısır’a gidemedim. Projeyi yürüttüğüm dönemde Türkiye’den giden insanlara vize verilmiyordu. Bunun için epey uğraştım fakat daha vizeye başvurabilecek aşamaya bile gelemedim. Mısır, projede yer alması gereken bir yerdi, en azından oradaki kütüphaneye gitmek gerekiyordu. Bir süre sonra vize meselesi çözülür gibi olsa da zaman açısından geç kalmıştım, o yüzden gidemedim.

Suriye, 1915’ten sonra Ermeniler için çok önemli bir mesken haline  geliyor. Halen mevcut savaş yüzünden ülkeye girişler sağlanamıyor. Siz, bu projede Suriye’nin eksikliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Suriye’nin olmaması, Lübnan’ın olmaması gibi bir durum. Sonuçta bu çalışmanın temel ayakları, tehcirin birinci güzergâhları üzerine kurulu. O güzergâhlardan en önemlisi, bu yolculukta kayıpların en çok yaşandığı, insanların bu travmayı en ağır şekilde hissettiği bir yer, bu çalışmada yok. Dolayısıyla hafızanın yarısı bu projede yer almıyor. 

Köklerin ağrısı

“Nenem şu gördüğün Akhuryan’ın yanına yaklaşmazdı, balık bile yemezdi. Çünkü 1915’te bu nehirde dört çocuğunu gözlerinin önünde boğarak öldürmüşler, sonra da ‘Buraya dönmezsin artık herhalde’ demişler. Nenem sabah saatlerini hiç sevmezdi, nehrin sesi geldiği için. Nehrin sesiyle birlikte çocuklarının hırıltılarını da duyduğunu söylerdi. Şimdi nehir, aramızdaki sınır çizgisi. Ben şimdi o nehri nasıl geçeyim evladım? İnsan acılarını, ölülerini gömdüğü gibi gömemiyor ki...”

2010 yılında yaptığım iki aylık Ermenistan yolculuğu, dinlediğim bu hikâyeyle son bulmuştu. Ardahan’da doğup büyüdüğüm, Ermenilerden kalan evimizle ilgili bir rüyanın ardından çıktığım o yolculukta, hiç aşılamayacak bir çizginin, derin bir hafızanın etrafında dolandım. Hatırlamak ile unutmak arasındaki o çizgide kaldım. Birkaç yıl sonra farkına vardım ki acılar gerçekten gömülemiyordu ; Ermenilerden o nehri geçmelerini beklemek haksızlıktı. Gidenleri, çocuklarıyla, torunlarıyla birlikte anabilmek için ben o tarafa geçmeliydim. 

1915 sonrasında, hafızalarını, sürgünün ilk güzergâhı olan Suriye’ye, Irak’a, Lübnan’a, Ürdün’e, Filistin’e, İsrail’e, Ermenistan’a taşıyan Ermenilerin şimdiki mahallelerinde ve yeni vatanlarında, her mekânın bir hafızası, her hafızanın da yaşayabilmek için bir mekâna ihtiyacı olduğunu gördüm, hissettim. 

Öyle olmasaydı, Lübnan’da doğup büyümüş olan Zaven, babasının ölümün ardından, yanına bir kalem ve bir defter alıp, sadece ona anlatıldığı kadarıyla aşina olduğu memleketi Kayseri’yi görmek için yola düşer miydi? Oraya vardığında babasının evinden, bahçesinden geriye kalanları ve Erciyes Dağı’nı defterine resmeder, Lübnan’a döner dönmez bunları yakınlarına gösterir miydi? 

Kökleriyle birlikte ortadan kaldırılmaya çalışılmış bir hafıza nasıl resmedilebilir? Ve niçin? Zaven, Lübnanlıydı gerçi, ama memleketi Türkiye’deydi. Türkçe de biliyor, Kayseri şivesiyle konuşuyordu. Dedesinin evinin bahçesindeki ağacın ayakta olduğunu görmeye, o resmi hafızasının bir yerinde taşımaya ihtiyacı vardı. Köklerin çağrısıydı bu. Zorla koparılan ve avuçta kalan haliyle, gidilen her yeni ülkede ısrarla yeşertilmeye çalışılan köklerin ağrısıydı.

Çocukların kuş yuvası….

Dokunamayacağımızı düşündüğümüz geçmiş, geçmiş bir zaman değildi; bir şekilde, benim ‘şimdi’mde karşıma çıkıyordu. 1915’in ardından hayatta kalan, ailelerini kaybetmiş çocukların Lübnan’da yerleştirildikleri ilk yer olan, Cübeyl’deki ‘Birds’ Nest’ (Kuşların Yuvası) Yetimhanesi, karşıma çıkan bu hafıza mekânlarından biri. Bugün hâlâ öksüz-yetimlerin ve fakir ailelerin çocuklarının barındığı, eğitim gördüğü bir yer. Okul müdürü karşılıyor beni. Öğle yemeği zamanı. Çocuklarla beraber yemek yedikten sonra, onların toplu fotoğrafını çekebileceğim bir yer bulmak için etrafı gezmeye başlıyoruz. Yemekhanenin hemen arkasında yer alan salona giriyoruz. Duvara büyük harflerle ‘Birds’ Nest’ yazılmış, büyükçe bir sahne... Salonun bir şapelle birleştiği yerdeki kapıdan dışarı çıkıyoruz. Karşımızda, tıpkı bir kuş yuvası gibi, köşeleri yuvarlanarak duvarla buluşan, geniş bir taş merdiven...

- Çocukların fotoğrafını burada çekebilir miyim?

- ‘Birds’ Nest’ yazısının önünde çekmeyecek miydin?

- Öyle düşünmüştüm ama burası daha iyi.

- Neden?

- Bilmem, çocukluğumu hatırlattı bana burası.

- Ama bu senin hikâyen değil, bizim hikâyemiz [gülümsüyor]... Olur. Sonra sana bir şey göstereceğim. İşin bitince odama gelir misin?

- Tabii. Ne göstereceksiniz? 

- Gelince görürsün.

Çocukların fotoğrafını çektikten sonra müdürün odasına çıkıyorum. Masasında duran fotoğrafı bana uzatıyor. Çocukların fotoğrafını çektiğim merdivenlerde çekilmiş. Onlarca yıl buradaki yetimlere annelik eden Maria Jacobsen, 1950’lerde, çocuklarla birlikte... 

‘Kılıç artığı’ çocuklardan bazıları sürgün yollarında yakalandıkları hastalıklar nedeniyle, bu ‘yuva’ya vardıktan kısa süre sonra hayatını kaybetmişti. Mezarlarının başucunda duran kayanın üzerinde şöyle yazıyordu “Hatırla! Hayat kısa, ölüm gerçek, sonsuzluk ölümsüzdür.” 




Yazar Hakkında

1990 İstanbul doğumlu. Kültür sanat, müzik, insan hakları ve güncel politika haberleri yapıyor.