KARİN KARAKAŞLI

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA

Bitmeyen kitap

Aşık olduğunuzda hep o insandan bahsetmek isterseniz. Sanki anlatmasanız kaybolacaktır ya da siz konuştukça daha gerçek olacaktır. Bir rüya olmadığına inandırmak ister gibisinizdir. Başta kendinizi, sonra herkesi. Bir kitaptan da işte böyle bahsedesim var. Durmadan ve sil baştan. Açıyorum ve hayat kokuyor sayfalar.

Svetlna Aleksiyeviç’in ‘İkinci El Zaman’ kitabı Sovyet tarihine tanıklık etmiş, o tarihi kendi ömrüyle yazmış insan hikâyeleriyle dolu. 2015 Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen eser, Sabri Gürses’in Rusçadan yaptığı çeviriyle Uğur Büke’nin editörlüğü ve Enis Köksaldı’nın yayın yönetmenliğinde Kafka Yayınları’ndan çıktı.

Gorbaçov’a darbe girişiminde bulunulan 19-21 Ağustos 1991’den 2012’ye kadarki zaman diliminde yaşananlara yoğunlaşan kitapta, içindeki 41. odanın kilidini açan insanları tanıklığıyla Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dört bir yanına ve Lenin-Stalin dönemlerine kadar ışınlanıyoruz. Anlatılan tarih, ders kitaplarının resmi öğretisi değil. İçinde aşk, ihanet, kayıp, ölüm, katliam, umut, zaaf ve kudret var. 

Kendisi de o dönemde barikatlarda yer alan Svetlana Aleksiyeviç, direnenlerin hikâyesini anlatmaya soyunmamış. Aksine bütün dikkatini insanın çıplak hakikatine yoğunlaştırmış. Her ne ise, her neye inanmışsa, ona. Tek bir komünist belleğe sahip insanlar oldukları, bellek komşuları sayıldıkları fikrinden hareketle ‘kızıl insan’a talip olmuş:  “Ben sıkıca bir fikre bağlananları, bu fikri koparılamayacak denli içine alanları aradım –devlet onların kozmosları olmuş, onların her şeyinin, hatta kendi hayatlarının yerini almıştı. Büyük tarihten çıkamıyor, onunla vedalaşamıyorlardı, başka türlü mutlu olamıyorlardı.”

Kalemi kadar büyüleyici olan yaydığı güven duygusu olmalı. “Benim son bir arzum var; gerçeği yazın. Ama benim gerçeğimi… Sizinkini değil. Böylece benim sesim kalsın…” diyor biri. Hayatın anlamını partisinde ve Sovyet sisteminde bulmuş biri. Ve o yabancı ama bir yanıyla da fena halde tanıdık gerçeğin üzerine titriyor Aleksiyeviç. “Sonsuz miktarda insani doğru var. Tarih sadece olgularla ilgilenir, duygular güverteye alınmaz. Onlar tarihe de alınmaz. Ben zaten dünyaya insancıl bakıyorum, tarihçi olarak değil. İnsan şaşırtıyor beni” diyerek samimi bir şaşkınlıkla insanı, o en değerli olanı hediye ediyor.

Terapiste açılır gibi konuşuyor insanlar, kendilerinden bile sakladıkları o tarifsiz acıları, en derin hayal kırıklıklarını itiraf ediyorlar. Hayatını partiye adamış sıradan insan, dünyanın bir köşesinde komünalkada yaşayan unutulmuş köylü, üst düzey polit büro çalışanı başlıyor anlatmaya. O kızıl tutkuyu, sadece bir ülke değil medeniyet kurmaya girişilen yılları paylaşırken “Dükkânlar salam dolu, ama mutlu insan yok. Alev alev gözlerle bakan kimse görmüyorum” diyor içlerinden biri. Özgürlük diye çıkılan yolun, en vahşi kapitalizmde noktalandığı, insanların da pul olan paralarla birlikte sıfırlandığı zamanları paylaşıyorlar. Koca bir halk, anlayamadığı şeyleri sanki anlatırsa anlamlandırabilecek gibi konuşuyor. Devasa bir sayıklama…

Bir zamanlar mutfaklar varmış. Totaliter rejimin özel alan bırakmadığı, en yakınların birbirini ihbar ettiği günlerde insanlar hayallerini ve dertlerini küçük mutfak masalarında hiç susmayan radyoları eşliğinde anlatırmış. O mutfaklar bize de bir yerinden tanıdık. Gece acıkan karnımız değil ruhumuzdur zira, ve evin kalbi olan mutfak, sırların mekânıdır aslında.

Ne müthiş aşklar var kitapta. Sistemin ışıklı kadını Olga’nın, Stalin’in toplama kampında geçirdiği yılları  ‘Beni kulis arkasına götürdüler’ diye özetleyen Gleb’e aşkı mesela… Ve kadının sağ kalmaya dair o müthiş tespiti: “Bizi aldığımız sevginin miktarı kurtarıyor, bu bizim dayanıklılık stokumuz...”

Doksanına gelmiş bir komünistin çocukken kendi dayısını ihbar ediş acısına, on dört yaşında bir gencin kendini konumlandıramadığı bir hayata vedasına kadar ne çok hayattan geçiyoruz. Durmak gerekiyor, nefes almak. Ölü atın içini boşaltıp saklanan çocuğu hissetmek için, “Kendi doğum günümü bilmiyorum… Yılını bile… Bana dair her şey yaklaşık” diyen sürgün Polonyalı osadnikin öyküsünü  sindirmek için, aşkla intihar arasında sarkaç gibi gidip gelen ruhları kabul edebilmek için durmak gerekiyor. Ve yeniden okumak. Neden daha önce bu ayrıntıya dikkat etmedim, diye hayıflanarak ve çok fazla şeyi hatırlayarak.

Sahi biz anlatsak nereye kadar inebilirdik. Hangi kuytumuza ulaşabilirdik….  Kitaba sarılıp uyuyorum. Sabah yeniden buluşmaya….Kitap bitmiyor, kitap olmadığı için. Hayat akıyor. Dışardan çok, kitap olmayan kitabın kuytusunda.