‘Konu Ermeniler ve Kürtler olduğunda, kelime kadrosu sizden çok önce belirlidir’

İki yıl önce kaybettiğimiz Agos’un kurucularından, Ermenice sayfaları editörü, gazeteci, çevirmen ‘Baron’ Seropyan için doğum gününün arifesinde özel bir etkinlik düzenlendi. Etkinlikte beğeniyle takip edilen Mehmet Said Aydın’ın sunumunu paylaşıyoruz.

İki yıl önce kaybettiğimiz Agos’un kurucularından, Ermenice sayfaları editörü, gazeteci, çevirmen ‘Baron’ Seropyan için doğum gününün arifesinde özel bir etkinlik düzenlendi. Aras Yayıncılık’tan çıkan Sarkis Seropyan’ın derleyerek çevirdiği son kitabı  ‘Aşiq û Maşûq - Ermenice kaynaklardan Kürt-Ermeni aşk masalları’ vesilesiyle 8 Nisan Cumartesi 16:00’da Anarad Hığutyun Binası Havak Salonu’nda yapılan etkinlikte Karin Karakaşlı, Mehmet Said Aydın ve Yetvart Tovmasyan konuşmacıydı. Karakaşlı, ‘Aşiq û Maşûq’un hazırlanma süreci ve Sarkis Seropyan’ın Agos içindeki rolü, kişiliği ve çalışmalrını aktarırken, Yetvart Tovmasyan da Seropyan’la anılarının yanı sıra kitapta derledikleri masallara yer verilen Karekin Episkopos Srvantzdyants, Vırtanes Papazyan ve Sarkis Hayguni hakkında bilgiler paylaştı. Tovmasyan, “Burada üç yazarımız var. Ermenice Panhavak diyoruz, söz toplayan. Bu nesil Anadolu’yu köy köy dolaşmış. Ne dinlemişlerse; mani, beddua, fıkra, masal, destan, müzik hepsini kaleme almışlar ve bugünlere taşımışlar. Ne bilsinler ki 1915 olacak ve 1915’te bu kültür, bu birikim kökünden kazınacak? Eğer 1800’lü yılların ikinci yarısındaki bu insanlar bu işleri toplamasalardı bugün hiç birinden haberimiz olmayacaktı” dedi. 

Konuşmaların ardından Erhan Arık ve Erhan Yeşildağ’ın hazırladığı ‘Baron’ başlıklı video filminin gösterimine geçilirken, Kardeş Türküler de mini bir konserle etkinliğe renk kattı. Bu vesileyle etkinlikte beğeniyle takip edilen Mehmet Said Aydın’ın sunumunu paylaşıyoruz. 

İtikadıma göre, uyku nimettir.

Hepimizin vardır tuhaf alışkanlıkları. On dakika içinde vapur düdüğü üç kere çalarsa gidip o pahalı dolmakalemi alırsın mesela. Sokaktan geçen yirmi arabanın plakasının ilk harflerinden ilkokul öğretmeninin üç harfli ismine ulaşırsan Galatasaray bu sene şampiyondur. Çok istediğin bir yerde bulunmadan önce elin hep aynı kitaba gider.

Benim elim işte öyle zamanlarda Roland Barthes’ın ‘Yas Günlüğü’ne gidiyor. İroni de bunun karnında: En hayat dolu şeye hazırlanırken bile, bu elemli metinden bir şey çıkar. 1977 yılında, annesinin ardından tuttuğu küçük notlardır bunlar. ‘Yazı Üzerine Çeşitlemeler’ kitabında nesne olarak yazıyla baş döndürücü bir ilişki kurmuş Barthes’ın, böylesi büyük bir kaybın ardından kâğıdı da deforme etmesine kendimce aşırı anlam atfederim ve bunu tanıdık bulurum.

Bu defa, esas ‘mesele’yi buldum. Barthes, ‘Yas Günlüğü’ yazarken, öte yandan “Uzun zaman geceleri erken yattım” ismini verdiği bir konferansın notlarını alıyormuş. İtikadıma göre nimet olan uykunun insana uzun zaman erken uğramasının tek yolu çocukluk ülkesidir. Çocukluk ülkesinin uzun ve geniş uykuları da masal çağırır.

1989’da, ölümünden bir yıl evvel “Kürtler yalan söylemek zorunda/ Arnavutlar doğru” dizelerini yazar Cemal Süreya, “Kürtler ve Arnavutlar” şiirinde. Dersim sürgünüyle çocuk yaşta Bilecik’e giden Erzincan doğumlu Süreya’nın nenesine “Biz sürgün müyüz? Göçmen miyiz? Menfa mıyız?” diye ısrarla sorması tesadüf olmasa gerek. Ve 1931 doğumlu şairin “O yıllarda ülkemizde/ Çeşitli hükümlerde/ Yetmiş iki dilden/ İkisi yasaklanmıştı:// İkincisi Türkçe.” dizelerini yazmak için 1988’i beklemesi de tesadüf olmasa gerek. Dersimli Cemalettin Seber’e bir kere daha döneceğiz.

Türkiye’de konu Ermeniler ve Kürtler olduğunda, kelime kadrosu sizden çok önce belirlidir: Doğum, dil, dilsizlik, isyan, şikâyet, başkaldırı, soykırım, tedip ve tenkil, ifrat, tefrit, dil, dilsizlik ve ölüm. Bu kelimeler insanı uzun ve geniş uykuya çağırmaz. Aksine iter, öteler, geceyi de uykuyu da haram eder. Yetmez, yastığı diken de eder. 

Modern dilbilimin kurucu figürlerinden Ferdinand de Saussure şöyle diyor: “Dil, bir tabaka kâğıda benzetilebilir: Düşünce kâğıdın önyüzü, ses ise arkayüzüdür; kâğıdın önyüzünü kestiniz mi, ister istemez arkayüzünü de kesmiş olursunuz. Dilde de durum aynı: Ne ses düşünceden ayrılabilir, ne de düşünce sesten.” Aile bireylerim başta olmak üzere tanıdığım bütün Kürtlerin ve anca İstanbul’a geldikten sonra tanıdığım başta Tomo Abi (Yetvart Tovmasyan) olmak üzere bütün Ermenilerin çok bağırmasının köklerini burada arama eğilimindeyim. Dilsiz bırakılmak, en hafif tabirle söylersek, çok ayıp bir şeydir. 

Türkiye’de uzun yıllar Kürtçenin dil olup olmadığı tartışma konusu edildi. Konu Kürtçe olunca anadan doğma dilbilimciymiş de hobi olarak siyasetçilik yapıyormuş görünen kimi büyüklerimiz, lütfedip “Evet Kürtçe diye bir dil vardır,” dedikten hemen sonra homurdandılar: “Ama kültürleri, sanatları, edebiyatları yoktur. Sözlü gelenekleri güçlü toplumların yazılı kültürü olmaz.” Buna göre Kürtler durmadan konuşmuş, arada şarkı söylemiş, bazen de masal falan anlatmış ama asla bunları yazıya geçirememiş kara cahil bir topluluktur. Brecht yıllar öncesinden ve başka bir coğrafyadan, yazının önemini oldukça nazik biçimde şöyle belirliyor: “Dünya kesinlikle zıvanadan çıkmış durumda, yalnızca şiddetli hareketler her şeyi yeniden yerine oturtabilir. Ama bu işe yarayan araçlar arasında, kırılgan biri var ki onu [yazıyı] dikkatle kullanmak gerekir.” Konu Kürtlerin ve Ermenilerin yazılı kültürü olduğunda “sözlü edebiyat” tabiri çok kullanışlı bir sis olmuş, yazının üstüne çöküvermiştir. Söz ile yazının “Efendi” tarafından bu denli cenge davet edildiği iki millet, dünyada nadirattan olsa gerek. 

Masal kelimesi ile mesele kelimesinin müthiş akrabalığı var. ‘Mesele’ Kürtler ve Ermeniler için bıçak sırtı bir kelimedir: Ermeni katliamı yahut (haşa) soykırımı değildir o, Ermeni meselesidir. Kürt sorunu yoktur, Kürt meselesi vardır. Oysa kelimenin olağanüstü bir mizahla bükülmesi de bu iki millete nasip olur. Diyarbakır’ın Gâvur Mahallesi’nde yani Xançepek’inde ceketini omzuna atmış bir Kürt delikanlısı için “mesele”, âşık olduğu kimsenin mecazıdır. Nasıl ki klasik Doğu şiirinde âşık ve maşukun kelime kadrosu oldukça belirlidir; işte o mahallede “mesele” kelimesinin işaret ettiği de ancak odur. Aynı mahalleden çıkan Mıgirdiç Margosyan’ın ‘Kirveme Mektuplar’ının “İçindekiler” kısmına bakmak bile yeter: Her yazının son kelimesi “mesele”dir. Yemin meselesi, yoğurt meselesi, hukuk meselesi, ser sala we pîroz be meselesi... diye gider. Xançepek’te Margosyan ile Şêxo esasta kirvedir. Ama bu iki milletin kirveliğine de halel gelmiştir. 

Yunus, “Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan/ Halka müderris ise hakikatta âsidür” demiş. Etimolojisi “halkbilimi” olan folklorun Türkiye’deki en büyük isimlerinden ve vatanından uzakta ölmesine göz yumulmuş Pertev Naili Boratav Hoca’nın ‘100 Soruda Türk Folkloru’ kitabından, Kürtlerin soyuna dair Yozgat’ta derlenmiş bir hikâyeyi aktarıyorum: “İfrit, Süleyman Peygamber’in kızı ile evlenmek istiyor. Kertenkelenin öğütlerine uyarak Süleyman İfrit’i başından savar. Bu sefer İfrit, gizlice, Süleyman’ın bir cariyesi ile düşüp kalkar. Kadın bir oğlan doğurur. Utancından bu çocuğu dağ başına bırakır. Bir dişi ayı bu oğlanı emzirir, büyütür. Bir köpek de ona konuşma öğretir.” İşte bu insan Kürt’tür. Aynı kitabın “Din ve mezhep ayrımlamaları inanışlarda nasıl belirlenir?” bölümünden atasözü aktarmakla yetineceğim: “Gâvurdan vefa, zehirden şifa.”

Ehmedê Xanî büyük harfle Dünya edebiyatına bıraktığı cevher ‘Mem û Zîn’ini 1694’te noktaladığında bile Kürtçenin “piyasasının kesat” olduğunu söyler: “Çibkim ku qewî kesad e bazar/ Nînin ji qumaşî ra xerîdar” [Ne yapayım ki Kürtçenin pazarı durgundur/ Bu değerli kumaşın hiçbir müşterisi yoktur”]. Aynı ‘Mem û Zîn’ İstanbul’daki entelektüel “pazar”a çıkmak için Müküslü Hamza’nın 1920’deki baskısını bekleyecektir. Oysa kirveliğe halel gelmeden birkaç on yıl önce, 1897’de bu bilgelik mesnevisinin teksti Erivan’da Ermenice yayımlanmıştır bile. 1904’te bir tekst daha yayımlanacak, 33’te kimi Kürt aydınları Erivan’da toplanacak ve ‘Mem û Zîn’in Latinize edilmesi kararını alacak, 36’da ise Heciyê Cindî ile Emînê Evdal’ın gayretiyle bu kurucu mesnevinin üç ayrı metni gene Erivan’da yayımlanacaktır. Türkçeye çevirisinin çıkış tarihi ise utanç duvarının en iri çivilerinden biridir: Mehmet Emin Bozarslan’ın tercümesi 1968’i beklemek, yayımlandıktan sonra defalarca kovuşturmaya uğramak zorundadır. Bu metin âşık ile maşuku edebiyat göğünün yedinci katına çıkarabilmiştir. Ama hangi kulakla hangi göze?

Sarkis Seropyan’ın (yattığı yer gül olsun) dehşetli emeğiyle gün yüzüne çıkan ‘Aşiq û Maşûq’, Kürtleri uzunca bir süre geceleri erken yatıran iki metinle açılıyor. “Siyamanto ile Xıçezare” adıyla derlenen ilk masal, Kürtler arasında tebdili kıyafet “Siyabend û Xecê” kod adıyla dolaşmaktadır. “Lur da Lur” gene aşina olduğumuz bir hikâyenin masal varyantı ama derleyeni tarafından oldukça usta işi kaydedilmiş durumda. “Kral Lusig ve Sedev Hovig” ise masal külliyatı için büyük sürpriz taşıyor esas. Kitaba “Bir çift söz” yazan alim Celîlê Celîl’in bile “ilk kez karşılaştığı”nı söylemesi çok mühim. Çünkü o karşılaşmamışsa, gerçekten ilk kez gün yüzüne çıkıyor demektir.

Sahanın en önemli hocalarından biri olan Rus biçimbilimci Vladimir Propp, abidevi eseri ‘Masalın Biçimbilimi’nde “işlev” tabirini kullanır. (Mehmet Rifat’ın önsözünden özetlersek) Propp’a göre masalda “işlev” kişinin eylemidir. Lakin bu işlev olay akışı içinde belirlenir. Yani kişilerin eylemleri, masalların temel bölümleridir. Propp, bir fen bilimci hassasiyetle yaptığı taramaların sonucunda otuz işlev saptar. Bu işlevler, masalların (ve aslında bütün kurmacanın) sürekli var olan öğeleridir. Propp’a göre bu işlevler yedi kişinin eylem alanı içinde dağılım gösterir: Saldırganın (kötü kişinin) eylem alanı; yardımcının eylem alanı; prensesin (aranan kişi) ve babasının eylem alanı; gönderenin (görevlendirenin) eylem alanı; kahramanın eylem alanı; düzmece kahramanın eylem alanı. Aşıq û Maşûq bu gözle de okunduğunda, epey verimli sonuçlar doğuracağa benzer. 

Girişte kara ironiden söz etmiştim. Döngüyü, bu meyanda bir “ilk faaliyet”le kapatayım. Türkiye’de masal incelemelerinin tarihi 1940’lara dayanıyor. Saim Sakaoğlu’nun ‘Masal Araştırmaları’ndan tıpkıyla alıntılıyorum: “Merhum Ziya Gökalp’ın Diyarbakır’da derlediği ve ‘Küçük Mecmua’da yayımladığı masallarla ilgili olarak verdiği ilk bilgilerde aynı zamanda derleme de ilk defa gündeme getirilmiştir.”

‘Aşiq û Maşuq’un “Siyamanto ile Xıçezare”sinin sonunda italik dizilmiş kısım ise şöyle bitiyor: “Efsanesi olmayan bir halk, şarkısı olmayan yüreğe benzer. Şarkısı olmayanlarsa, ölmeye mahkûmdur.” Dersim’den yepyeni bir masalla biten kitaba dair, şimdilik son söylenecekler belki de Dersimli Cemal Süreya’nın 1953’te yayımlanan şiiridir. Mülkiye dergisinde yayımlanan bu şiir Cemal Süreya’nın bu hayatta yayımlanmış ilk şiiridir aynı zamanda. “Şarkısı Beyaz”:

“ayıcılar geçti, affedilmemiş insanlar geçti
şehirler taş yürekliydi şarkısı-beyaz
insanların büyük rüyaları vardı
insanlar bir ölümle öldüler ki
sevgiler arasında şaşırıp
bir unuttular ki deme gitsin.

(...) 

ayıcılar geçti, mağlup insanlar geçti
rüyalar darmadağındı şarkısı-beyaz
sonra dalgalar geldi dile
sonra bir mavilik aldı her yerimizi;
nasıl hatırlıyorsan dünyayı
öyle.”

İtikadıma göre kitap nimettir. Kitaba, çocukluk ülkesine, masallara, uykulara çok şükür. 



Yazar Hakkında