OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Müslümanları cepheden cepheye kim sürdü?

Türkiye’de gerek avam ağzına, gerek akademik milliyetçiliğin ağzına pelesenk olmuş laflardan biri de, “Osmanlı’da Hıristiyanlar ve Yahudiler askere gitmeyip işlerine, ticaretlerine bakarak zengin olurken, Müslümanlar senelerce askerlik yaptılar, o cepheden o cepheye koştular, harap oldular”dır. Bunu yerli yersiz, özellikle de soykırımı haklı çıkarmanın bir argümanı olarak ileri sürseler de bu önerme hepten yanlış değildir. Gerçekten de, askerlik imparatorluğun Müslüman ahalisi üzerinde ağır ve yıkıcı bir yük haline gelmiş, onlarla diğerleri arasındaki sosyoekonomik makasın açılmasının sebeplerinden biri olmuştu. Fakat, Osmanlı’da ahalinin askerliği meselesinde söylenecek şeyler bundan ibaret olmaktan çok uzaktır. Böyle bir yazıda konunun bütün boyutlarına değinmek mümkün olmasa da bir-iki temel noktayı açıklamaya çalışalım.

Her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki, askerlik tarihinde gönüllü askerlik istisnadır. Biraz daha açmak gerekirse, paralı askerler bir tarafa, kitlelerin yani sıradan insanların tamamen kendi iradeleriyle, kanuni veya gayrikaynuni hiçbir zorlama veya mecburiyet olmadan askere gitmeleri, savaşmaları, ölmeleri ‘normal’ değildir. Kitlelerin, savaşlara entegre edilmeleri, cumhuriyet ve ulus-devlet fikir ve uygulamalarının baskın hale gelmesiyle tarihteki tepe noktasına çıkmıştır fakat cumhuriyette bile devlet insanları zorla askere alır. Osmanlı’da da durum aynıdır. Osmanlı’da, özellikle bünyesindeki birtakım ‘bozulmalar’a rağmen profesyonel asker olan yeniçerilerin ortadan kaldırılmasından sonra asker alımı için ahaliye yönelinmesiyle birlikte, Müslümanlar da asker olmak için büyük bir heves göstermemişlerdir. Tam tersine, 1826’da kurulan yeni ordu Asakir-i Mansure-i Muhammediye gönüllülük esasıyla gerekli asker sayısına ulaşamayınca, devlet zorla askere alma yoluna gitmiştir. Başka bir deyişle, “Müslümanları cepheden cepheye koşturan”, ülkenin Hıristiyan ve Yahudi ahalisi değil, Osmanlı Devleti’dir. Bunun için birilerine kızılacaksa adres bellidir.

Zaten 1830’lardan itibaren, Müslüman askerlerden oluşan Osmanlı ordusunda firarlar çok yüksek seviyede seyretti. Bu konuda, o sıralarda Osmanlı ordusunda danışman olarak görev alan Prusyalı Helmuth von Moltke, ilginç anekdotlar aktarır. Osmanlı birlikleri bir yere ordugâh kurduğu zaman, gece etrafa dikilen nöbetçilerin yüzü dışarı değil, çadırlara dönük olurmuş ki gece firar edecek askerler yakalansın. Gelin görün ki, bazı geceler, firarileri yakalaması için dikilen nöbetçiler firar edermiş!

Gelelim Hıristiyanların askerliği meselesine (19. yüzyıl boyunca ‘gayrimüslimlerin askerliği’ dendiğinde akla sadece Hıristiyanlar gelir. Sayıları az olduğu için mi, yoksa başka sebeplerden dolayı mı, tartışmaya açık olmakla birlikte, Yahudilerin askere alınması neredeyse hiç gündemde değildir.) Osmanlı’nın son döneminde, yani 19. yüzyıl başlarından, askerliği herkes için mecburi hale getiren yasanın çıktığı 1909 yılına kadar Hıristiyanların askere alınmamasının birden fazla sebebi vardır ama temel sorun askerî ve sivil bürokrasinin kendi arasında anlaşamamasıdır. Anlaşmazlık noktalarını anlatabilmek için sayfalarca yazmak gerekir ama bürokrasinin İslam üzerinden ortaya koyduğu ideolojik direncin aşılamaması, önemli sebeplerden biridir. Buna, açıklayıcı olması nedeniyle, gene Moltke’den örnek verelim.

Moltke, 1839’da o sırada Anadolu’daki Osmanlı ordusunun komutanı olan Hafız Mehmet Paşa’yla, ‘isyankâr’ Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın güçlerine karşı Ermenileri askere almayı tartıştıklarını söylüyor. Moltke’ye göre, askerlik süresinin bu kadar uzun, firarların bu kadar yüksek sayıda olduğu bir ortamda, bütün Hıristiyanların değil ama özellikle Ermeniler gibi, Moltke’nin tabiriyle “kalabalık, sadık, güçlü, çalışkan ve zengin” bir topluluğun askerlik havuzuna katılması devleti çok rahatlatacaktır. Hatta ona göre, Ermeniler orduda Müslüman Kürtler ve Araplardan daha faydalı olacaklardır. Aslında, Ermenilerin tek tek birliklere dağıtılarak mı, yoksa kendi başlarına ayrı bir birlik olarak mı istihdam edilmeleri konusunda Moltke’yle anlaşamamasına rağmen, Hafız Mehmet Paşa da bu fikre sıcak bakar. (O Ermenilerin birliklere dağıtılması gerektiğini söylerken, Moltke Ermenilerin ayrı birlikler oluşturmaları gerektiğini, aksi takdirde Ermeni askerlerin Müslüman askerlerin baskısı altında kalacağını, askerliğe ısındırılamayacaklarını ileri sürer.) Fakat Moltke, prensipte hemfikir olmalarına rağmen, Hafız Paşa’nın, “muhafazakâr Müslümanların duygularını incitmekten çekindiği için” bu projeyi uygulamayacağını tahmin eder ve tahmininde haklı çıkar. Demek ki, genelde Hıristiyanların, özelde Ermenilerin askere alınması Müslümanların duygularını incitecek bir şeymiş, çünkü askerlik ideolojik düzlemde Müslümanlara has bir ayrıcalık olarak görülüyordu.

Sonuçta, Hıristiyanların ve Yahudilerin askere alınmaması bir devlet kararı ve politikasıdır. Bugün dönüp bu argümanı, milliyetçi, ayrımcı, soykırımcı politikaların destekçisi olarak kullanmak doğru da değildir, meşru da. Ha, devlet bunları askere almaya kalksaydı güle oynaya giderler miydi? Muhtemelen hayır, çünkü askere güle oynaya gidenler istisnadır her zaman. Kaldı ki, Osmanlı’nın Hıristiyanları arasında da bu noktada fark vardır. Bir Sırp, bir Bulgar, bir Ermeni Osmanlı ordusunda askerliğe birebir aynı biçimde yaklaşmaz. Konjonktür de önemlidir. Bir gün hatırlatın da, 1909’da Ermeniler Osmanlı ordusunda asker olmak için nasıl bastırdılar, nasıl ‘güle oynaya’ askere gittiler, onu anlatayım.