Başbakan Erdoğan'ın iyi niyeti Kürt sorununu çözmeye yetmez

Siyaset bilimci Doç. Menderes Çınar ile AKP'nin politikalarını konuştuk: 'AKP içindeki iktidar mücadelesi hali hazırda devam ediyor. Bu mücadelenin görünen ana ekseni partinin geleceğini Erdoğan’ın tek başına mı yoksa bazı ‘kardeşleriyle’ mi belirleyeceği hususunda. Erdoğan’ın ‘kardeşlerini' diskalifiye ederek bir tasarıma gitme eğilimi var.' Çınar, Kürt sorunundaki tıkanıklığın 'iyi niyet-kötü niyet' siyasetinden kaynaklandığını anlatıyor.

FERDA BALANCAR
ferda@agos.com.tr

Doç. Menderes Çınar AKP’yi yakından takip eden siyaset bilimcilerden biri. Başkent Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Çınar ile özellikle son günlerde Kürt sorunu çerçevesinde yaşanan şiddet ve gerilim ortamından yola çıkarak AKP ile ilgili olarak kamuoyunda sıkça gündeme gelen sorular üzerinden konuştuk. Çınar’a göre AKP’nin Kürt sorunuyla ilgili yaşadığı tıkanıklık, partiye ve Başbakan Erdoğan’ın “iyi niyet – kötü niyet” eksenli siyaset ve demokrasi anlayışından kaynaklanıyor.

  • AKP’nin son zamanlarda militarizme ağırlık veren tutumu Kürt sorununun bugün geldiği noktayla mı ilgili yoksa daha farklı ve çok boyutlu bir süreç mi?

Bu doğrudan AKP’nin demokrasi anlayışıyla ilgili bir mesele. Sorun sadece BDP’nin PKK ile organik ilişkisinden veya PKK’dan bağımsızlaşamamasından, dolayısıyla AKP’nin Kürt meselesini sivil siyaset düzleminde oturup konuşacağı bir muhatabının olmamasından kaynaklanmıyor. Aksi takdirde bizzat PKK ile yapılan Oslo görüşmelerini açıklamak AKP açısından zor olurdu. AKP’nin ve Erdoğan’ın demokrasi anlayışı oldukça dar ve bu darlık militarizme ve otoriterliğe savrulmasını kolaylaştırıyor. Halk tarafından seçilmiş hükümetlerin, yine halkın taleplerine duyarlı, onların sorunlarını çözmeyi amaçlayan “iyi niyetli” yönetimi olarak özetleyebileceğimiz bir demokrasi anlayışıdır, söz konusu olan. Birçok insanın “doğru ve güzel” bir anlayış olarak değerlendirebileceği bu yaklaşımın çeşitli handikapları var. Örneğin Erdoğan’ın zaman zaman en ufak kamusal bir eleştiriye dahi aşırı reaksiyon göstermesinin kökeninde kanımca bu demokrasi anlayışı var; Başbakan eleştirileri kendi “iyi niyetinin” sorgulanması olarak algılıyor. Niyet sorgulaması bir zamanlar laik-militarist muhalefetin AKP’ye yönelttiği muhalefetin eksenlerinden biriydi. Şimdi, Erdoğan eleştirileri, özellikle kamusal eleştirileri, kötü niyete, körü körüne AKP’nin “hizmetlerinin” engellenmesine veya hizmet aşkını kırma çabasına bağlayarak aynı mantığı yeniden üretiyor. Kürt meselesine yönelik tutum değişikliği de bu bağlamda değerlendirilebilir. AKP, iyi niyetle Kürt meselesini çözmeye, böylece halkın taleplerine duyarlı olmaya çalıştı. Bu bağlamda gayet pragmatik bir tutumla devleti PKK ile de görüştürdü. Ancak, bu yöntem bir şekilde çalışmadı. Benim gözlemleyebildiğim kadarıyla özellikle 2011 seçim kampanyasından itibaren İslam kardeşliği ve BDP’nin laik-sol bir parti olması nedeniyle zaten dindar olan Kürtlerin temsilcisi olamayacağı, dolayısıyla varlığını PKK şiddetine borçlu olduğu, vurgusu çok güçlendi. Burada, demokratik hak ve özgürlüklere ve iktidar paylaşımına dayalı bir siyasal dil söz konusu değildi. Aleviliği Alevilere bırakmayıp, Sünnilere, daha doğrusu Sünni devlete tanımlatan dile benzer bir dil söz konusu idi. Bunun İslamileş(tir)me göstergelerinden birisi olduğunu parantez içinde not edelim. Diyeceğim, seçilmiş hükümetlerin iyi niyetle toplumsal sorunları çözmesine dayanan bir demokrasi anlayışı, siyasetin karmaşıklığını ve nüanslarını ve bu arada Kürt meselesinin çetrefilliğini yakalayamayan, seçeneklerini kendi iyi niyetli çözümü ve eski reçeteler arasına sıkıştıran bir siyasetle maluldür. Bunun dışında Kürtlerin kendi içindeki iktidar mücadelesi, Suriye’de yaşanan olaylar gibi Kürt sorununu şekillendiren daha da karmaşıklaştıran çeşitli gelişmeler olduğu açıktır. Ancak, bahsettiğim demokrasi anlayışı, yaşanan gelişmelerin nasıl yorumlandığını ve yorumlanacağını da şekillendiriyor.                  

  • Son günlerde özellikle çalışan kesimin tepkisini çeken kıdem tazminatı yasa tasarısının Başbakan’ın talimatıyla aniden gündemden çekilmesi erken seçim tartışmasını gündeme getirdi? Başbakan Erdoğan’ın baskın bir erken seçime gitme ihtimali yüksek mi?

Eğer isteseydi, AKP bir miktar direnişe rağmen bu yasayı çıkarabilirdi. Erdoğan’ın “şimdi sırası değil” şeklinde anlaşılabilecek direktifi bir çeşit seçim yatırımı olarak değerlendirebiliriz. Erken seçim gündeme gelebilir. Bunun bir nedeni, Cumhurbaşkanı seçilmesi muhtemel olan AKP lideri Erdoğan’ın bir işleyiş sistemi kurmak istemesi olabilir. Erken seçimle, örneğin, üç dönemini dolduran bazı ağır toplar dışarıda bırakılabilir. Böylece Erdoğan kafasındaki tasarımı daha rahat uygulayabilir. Yine olası bir erken seçimle, 2011 seçimleri hatta 2010 referandumundan itibaren yıpranma sürecine girmiş bulunan AKP’nin daha fazla yıpranmadan bir güven tazelemesi düşünülüyor olabilir. Bütün bunlardan amaç, AKP’nin “milli irade doğrultusunda güçlü bir iktidar” konumunun devam ettirilmesidir. Yakın zamanda dile getirilen “partili cumhurbaşkanı” düşüncesi de bu bağlamda değerlendirilebilir. Partinin gücünü, popülaritesini Erdoğan’ın karizmasına borçlu olduğu yönünde çok güçlü bir inanç var; “partili cumhurbaşkanı” önerisi sadece güçlü bir hükümet kurma anlayışını değil, aynı zamanda bu popülarite kaynağını kaybetme endişesini yansıtıyor gibi.        

  • Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkması halinde AKP’de ciddi bir siyasi mücadele bekleyebilir miyiz?

Bu Erdoğan’ın köşke nasıl çıkacağına da bağlı. Biraz önce bahsettiğim “partili cumhurbaşkanı” projesi Erdoğan’ın parti üzerindeki hakimiyetini koruması anlamına geliyor. Partili cumhurbaşkanı olasılığında, parti içi iktidar mücadelesi olsa bile cılız olur sanıyorum. Ancak, partili cumhurbaşkanı alternatifinin pek olası olmadığını da söylemek durumundayız. Cumhurbaşkanının seçimine yönelik düzenlemeler herhangi bir parti ile kurumsal ilişki kurmayı, sürdürmeyi bir miktar zorlaştırıyor. Bunun dışında, AKP içinde bir iktidar mücadelesinin Erdoğan henüz Çankaya’ya çıkmamışken, halihazırda devam ettiğini söylemek mümkün. Bu mücadelenin şimdiye kadar görünen ana ekseni partinin geleceğini Erdoğan’ın tek başına mı yoksa bazı “kardeşleriyle” mi belirleyeceği hususunda. Erdoğan ve ekibinin tek başına ve “kardeşlerini” diskalifiye ederek bir tasarıma gitme eğilimleri var. Bunu Abdullah Gül’ün ikinci defa cumhurbaşkanı seçilmesini engelleyen kanun maddesinde gördük. Ancak, çok yakın zamanda özellikle Abdullah Gül’ün geleceğe yönelik tasarım hesaplamalarında kendisinin gözden çıkarılmaması gerektiğini hatırlatan bir çıkışı oldu. Gül, basın danışmanı vasıtasıyla “kendisi yokmuş gibi” hareket edilemeyeceğini hatırlattı. Bülent Arınç ise HAS Parti’nin bütün üyeleriyle AKP’ye katılmasına itiraz etti.

  • Numan Kurtulmuş’un AKP’ye katılması Erdoğan’ın köşke çıkmasının ardından yeni AKP’yi dizayn etme çabası mı?

Kurtulmuş’un katılması bir dizayn çabası. Erdoğan, Kurtulmuş’u herhangi bir siyasetçi olarak davet etmedi, muhtemelen ona genel başkanlık da dahil önemli görevler vermeyi düşünüyordu. Bir kere bu partinin bir şirket gibi görüldüğü, başına dışarıdan bir CEO transfer etme şeklinde anlaşılabilir. Elbette, süreç ilerledikçe partinin tam olarak bir şirket olmadığını gösteren bazı demeçler basına yansıyor. Ancak bu girişim AKP’nin içinde yer alan birçok değerli siyasetçiye ve lider adayına güvenilmediğinin de göstergesi. Kurtulmuş’un transferinin bir boyutu daha var. O da AKP’nin potansiyel muhalif bir partiyi “satın alarak” siyaset piyasasındaki hâkim konumunu sürdürmeye çalışmasıdır. Nasıl facebook kendi pazar pozisyonunu, onu tehdit edebilecek bazı şirketleri satın alarak koruyorsa, AKP de aynısını yapıyor denilebilir, fakat bu sırada hisse senetlerinin değeri de düşüyor olabilir.

  • AKP-Gülen cemaati çekişmesi nereye doğru gidiyor? Gülen cemaatinden önümüzdeki dönemde AKP ve Erdoğan’a karşı siyasi bir hamle gelmesi ihtimali var mı?

Çatışmanın görünür hale gelmesi başlı başına bir olay. Bunu daha görünür hale getirmenin ve derinleştirmenin AKP açısından şu geçiş veya yeniden tasarlama döneminde pek rasyonel olmadığını söylemek mümkün. Dikkat çekmek istediğim bir husus, AKP’nin siyasal olarak sorumlu, dolayısıyla halka hesap veren, buna karşılık ‘Cemaat’in herhangi bir siyasal sorumluluğu olmayan, halka hesap vermek zorunda olmayan birer güç olduklarıdır. Bazı meselelerdeki anlaşmazlıklar aslında bu farklı konumlardan kaynaklanıyor olabilir.  Örneğin, darbe davalarındaki uzun tutukluluk süreleri veya İlker Başbuğ gibi kişilerin tutuklu yargılanması Kemalist ve ulusalcı olmayan toplum kesimlerinin de tepkisini çekiyor olabilir. Bunu siyasal olarak sorumlu olan AKP hükümetinin dikkate alma eğilimi, siyasi olarak sorumlu olmayan herhangi bir iktidar odağından daha fazladır. Üçüncü yargı paketiyle bu hususta bir uzlaşmaya varıldı görünüyor; mevcut davalar olduğu gibi devam edecek, ancak bundan sonra, örneğin 28 Şubat soruşturmasında, mesele tümüyle yargıya havale edilmeyecek, kontrol elden bırakılmayacak. Bunun dışında, tarafların tetikte olduğu bir mücadele süreci açıktan olmasa dahi örtük olarak sürekli devam edecek. Erdoğan’ın “hasretlik bitsin” diyerek Fethullah Gülen’i davet etmesi aslında rakibini meydana çağırması olarak da yorumlanabilir. Daha önce MHP lideri Devlet Bahçeli de benzeri bir çağrıda bulunmuş, açıkça örgütlensin ya da örgütü resmileşsin gibi bir demeç vermişti.  Ayrıca Abdullah Gül’ün çıkışı Gülen grubunun elini güçlendiriyor, çünkü onlara işbirliği yapabileceği bir alternatif olduğunu hatırlatıyor. Bu Erdoğan ve arkadaşlarını Gülen grubu ile mücadelede biraz daha temkinli kılacaktır sanıyorum.

Hiçbir siyasi parti demokrasi tartışmasını ileriye taşıyamıyor 

  • Kürt sorununda gerilimin düşmemesine rağmen yeni anayasa süreci devam ediyor. Yeni anayasa sürecinden umutlu musun?

Yeni anayasa süreci doğrudan sivil siyasetin onuru, olgunluğu ve prestiji ile ilgili olduğu için heyecanlandırıyor ama maalesef başlangıcından itibaren umutlu olmadım. Süreci ayakta tutan şey, sivil siyasetin onurunu bir kez daha zedeleme sorumluluğunu hiçbir siyasi partinin alamayacak durumda olması. Bu aslında AKP’ye borçlu olduğumuz bir durum, zira AKP son yıllarda güç dengesini önemli ölçüde değiştirerek vesayetçi iktidar yapısını bir dayanak noktası veya meşruiyet kaynağı olmaktan çıkardı. İkincisi, hiçbir siyasi parti demokrasi tartışmasını bir üst düzeye taşıyabilecek durumda değil. Üstelik birbirlerine de güvenmiyorlar. Üçüncüsü yeni anayasa gündemini borçlu olduğumuz AKP’nin tek taraflı bir yaklaşımı var; 2011 seçimleri 330’un altında sandalye ile sonuçlanıp bu tek taraflı yaklaşımı sürdürme kapasitesini ortadan kaldırınca AKP için yeni anayasa gerçekleştirilebilir bir proje olmaktan çıktı. O yüzden süreç başlatıldı, ama güçlü bir siyasi irade ile desteklenmedi, kendi halinde yürüyor. Yeni anayasa yapılsa bile, çok ileri-demokratik bir anayasa olmayacak kanısındayım.