Twitter'la aforizma çağına girdik

‘Türkiye’ de bana umut veren bir şey oldu günahın artık toprağa sığmadığını anladık’ diyen yazar Ayfer Tunç Twitter sayesinde artık aforizma çağına girdiğimizi tespit ediyor; 'çünkü insanlar okumak istemiyor… Her şeyi çabucak yapacaksın, bitireceksin, bir şeyin değerini öğrenmek çok gerekli değil, hayatta uzmanlaşma var ama genele baktığımızda elimizde her şey hap şeklinde olmalı'

Nayat Karaköse

Ayfer Tunç bugüne kadar Türkiye edebiyatına birçok değerli kitap hediye etti. Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek, Kapak Kızı, Aziz Bey Hadisesi, Ömür Diyorlar Buna, Taş-Kağıt-Makas, Evvelotel, Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılmış Kısa Tarihi, Yeşil Peri Gecesi, Suzan Defter gibi kitaplarıyla, okurları her seferinde farklı yolculuklara çıkarttı. Nitelikli edebiyatın hakkını vererek hem edebiyata olan saygısını hem de okuruna verdiği değeri her kitabında hissettirdi.

Ayfer Tunç, Haziran ayında İletişim Yayınları’na konuk yazar olarak, üzerine uzun zamandır çalıştığı Memleket Hikâyeleri adlı kitabını yayımladı. “Bir ülkeyi memleket yapan şey nedir?”diye sorduğunuzda, Memleket Hikâyeleri’nin bunun yanıtını içinde barındırdığını göreceksiniz. Tunç’un son kitabı, bu ülkenin farklı şehirlerinden hatıra defteri niteliği taşıyor, okuru birçok hikâyeye, anıya ve ana ortak ediyor. Okur, kitabı okurken birçok hikâyeye aslında ne kadar da dâhil olduğunu hissedebiliyor. Kınalıada’da Ayfer Tunç ile söyleşirken, sadece Memleket Hikâyeleri’nden değil diğer kitaplarından da söz açıldı. Sonuçta ortaya Türkiye’nin ve Türkçe edebiyatın küçük bir panoraması çıktı. İyi okumalar…

• Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi adlı romanınızda sırtını denize dönmüş bir akıl hastanesinde yaşananları yazmıştınız. Sizce Türkiye’de sırtımızı denize dönük mü yaşıyoruz?

Maalesef görmemiz gereken şeye bakmıyoruz; güzellik duygumuzu yitirdik… Hızlı şehirleşme çok etkili oldu, estetik duygusunun kaybı hayat gailesinin zirve yapmasıyla oluştu. 1950’lerde İstanbul’un göç alması ve o göçe bir yerleşim vermek gerekliliğiyle başladı estetik duygusunun kaybı. Korumacı ve şehirci politikalar bizde hiçbir zaman gelişmedi zaten, bundan sonra da gelişir mi emin değilim.

• Güzellik duygumuzu nasıl yitirdik?

Türkiye’nin ekonomik tarihinin çok fazla kırılma noktalarından oluşması, insanların ilk vazgeçmek zorunda kaldıkları şeyin estetik olması, hayatı güzelleştiren unsurların azalmasına neden oldu. Bir süre sonra çirkinlik, bir güzellik gibi gelmeye başladı insanlara. Şunu da unutmamak lazım; Türkiye’de, Anadolu topraklarında estetiği yaratanlar aslında azınlıklardı, azınlıkların azalması, onların 1915’ten sonra yok olması, büyük bir boşluk yarattı. Sonuçta ülke yarattığı değerlerle ülke oluyor, yoksa toprak kendi başına hiçbir şey demek değil. Bu medeniyet çok büyük bir yara aldı 1915’te. Dünya savaşı oldu, cumhuriyet kuruldu ama cumhuriyet kurulunca her şey yoluna girmedi. Varlık Vergisi’nden sonra azınlıkların büyük kısmı gitti, gitmeyenler küstü, 6-7 Eylül 1955’te de zaten İstanbul’a son büyük darbe vuruldu. Estetiği yaratıp, paylaşanlar, karşılıklı birbirlerine öğretenler ortadan çekilince, yaşama gailesi, ayakta kalma kavgası ile malul bir şehir kaldı elimizde.

• Son kitabınız Memleket Hikâyeleri, İstanbul’a hem bir ağıt hem de güzelleme. Şu anda Kınalıada’dan İstanbul’a bakıyoruz. Ne hissediyorsunuz?

İstanbul’un tarihi aynı zamanda Türkiye’nin tarihidir. Belki de Türkiye’nin şansı görülen İstanbul aynı zamanda şanssızlığıdır. Türkiye tek merkezli bir ülke, tek kültürel merkezi var o da İstanbul. Bir İstanbul var, bir de Türkiye var, her şey vaziyetini İstanbul’a göre alıyor. Hâlbuki dünyanın başka ülkelerinde birkaç merkez var ve bu bir denge sağlıyor. Mesela ben lisede, üniversitedeyken Ankara önemli bir kültürel merkezdi, ancak bunu kaybetti. İstanbul’un o mıknatıs hali, diğer şehirlerde bir eksilmeye neden oldu.

• Adapazarlısınız. Sait Faik’le aynı memleketten olmakla övünüyorsunuz. Sait Faik sizin için ne ifade ediyor? Başka kimlerle aynı memleketten olmakla övünüyorsunuz?

Ahmet Hamdi Tanpınar tabii ki… Özellikle Tanpınar’ı okuyup anladıktan sonra benim edebiyata, ülkeye, ülkenin sosyolojik tarihine ve medeniyet anlayışına bakışım değişti. Tanpınar bir şehir anlatıcısıydı, medeniyet kuramcısıydı. Önce Tanpınar, modernist olarak da Oğuz Atay… Zaten bu bir çizgi, mesela Sait Faik bu çizgiye ait değil. Sait Faik sükût suikastıyla hiç ilgilenmemiş, tanındığı zaman sinirlenen, ona iltifat edenlere kızan ve yanlarından uzaklaşan bir adammış. Anlatanlar hiçbir yerde yarım saatten fazla durmadığını söylüyor. Havada Bulut’un senaryosunu yazdım, o benim için Sait Faik’i anlama dönemi oldu. Onun yurdu insanların kalbi, ülke telaffuz etmez, İstanbul’a bir şehir olarak insanlarından farklı bir değer eklemez, onun için esas olan insandır. Bu benim bir tarafımı oluşturuyor, onun bu evrensel bakışını çok değerli buluyorum. İkide bir tekrarlayıp sakız etmeyen bir sevgi anlayışı var, zaten “bir insanı sevmekle başlayacak her şey” onun cümlesi.

• Günümüzde sükût suikastına uğradığını düşündüğünüz yazarlar var mı?

Var tabii. Feyyaz Kayacan benim için çok özel bir yazardır, modernisttir ve o da sükût suikastına uğramıştır. Leyla Erbil’in hak ettiği ilgiyi görmediğini düşünüyorum, aslında hakkıyla değerlendiremiyoruz, nasiplenemiyoruz. Çok büyük bir yazar, bence günde beş vakit okunması lazım ama edebiyatta popülizmin tuzakları çok fena…

• Popüler edebiyata karşı tutumunuz nasıl?

Popüler edebiyat bir endüstri, nitelikli edebiyatın yaşaması için popüler edebiyat şarttır; o bir ekonomi oluşturur ve iyi kitapların basılmasını sağlar. Burada tehlikeli olan şey, birtakım yazarların her ikisini de istemeleri. Ben nitelikli edebiyattan yanayım, pazarlama da umurumda değil. Zaten iletişim bu noktaya gelmişken okur sizi buluyor. Tanpınar 1961’de öldü ama 1980’lerde keşfedildi, Oğuz Atay bir tür okur manifestosu yazarak öldü; şimdi kendisi bir kült.

Popüler edebiyat ölçütleriyle nitelikli edebiyata bakamayız. Milan Kundera “Yeni bir şey keşfetmeyen romanın değeri yoktur” der. Nitelikli edebiyat neşter atar, dışarıdan gördüğün güzel bedenin içinde karaciğer, böbrek, bağırsak olduğunu gösterir ama popüler edebiyat iç organları kapatır, üstünü cilalar, giydirir. Arada varoluşsal fark varken aynı ölçütlerde değerlendirilmesi çok yanlış; bana kalsa kitabevlerindeki rafların bile ayrılması gerekir…

• Romanlarınızı yazarken keşfettiğiniz bir şeyden örnek verir misiniz?

Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi’ni yazarken şunu keşfettim. İki büyük fay kırığı var Türkiye’de; ikisi de göç yolu aslında. Bir tanesi Kuzey Anadolu fay hattı, Kafkaslardan geliyor ve kuzey boyunca Balkanlara gidiyor. Bir de Güney Anadolu fay hattımız var, o da Ortadoğu’dan geliyor; Kürtler, Yezidiler ve Süryanilerin geldiği göç yolu. Çok garip bir kırılma noktası aslında. Hem sosyal tarih olarak hem de coğrafi yapı olarak kırıyor. Deprem oluyor ve göç başlıyor; dolayısıyla ben kendim için bunu keşfettim. Türkiye’nin göç yolları ile fay hatlarının bir ilişkisi olduğunu. Dolayısıyla bu hareketlilik de romana kendiliğinden kaynak yaptı.

• Sık kullanmasanız da twitter’da hesabı olan yazarlardansınız? Twitter çağı sizin için ne ifade ediyor?

Twitter bizim artık aforizma çağına girdiğimizi gösteriyor… Aforizma çağına girdik, çünkü insanlar okumak istemiyor… Her şeyi çabucak yapacaksın, bitireceksin, bir şeyin değerini öğrenmek çok gerekli değil, hayatta uzmanlaşma var ama genele baktığımızda elimizde her şey hap şeklinde olmalı. Bu edebiyatı da çok etkiliyor. Popüler edebiyatçılardan bir kısmı twitter’a atacak bir cümle çıkarmanın derdindeler, çünkü o cümle pazarlamanın bir parçası, yayınevleri de bunu istiyor. Yabancı yayıncı da artık “bana bir cümleyle özetle” diyor.

• Yeşil Peri Gecesi’nde “bağışlayıp unutmak, hesaplaşmaktan daha kolaydır” diyorsunuz. Türkiye’ye baktığımızda sizce hep mağdurun üzerine mi bağışlama külfeti yükleniyor?

Bağışlayıp unutmak bir meseledir ve aslında doğu toplumlarına ait bir meseledir, biz “büyüklük sende kalsın” anlayışıyla yetiştirilen insanlarız. Değişik örneklerden bakınca, arsız mağdura, bağışlamak zorunda kalan mağdura veya mağdurun çirkefliğine de gelebiliriz. Türkiye’de bana umut veren bir şey oldu; günahın artık toprağa sığmadığını anladık. Bir yandan beni umutlandıran şeyler olurken bir yandan mesela Foça’da ölen şehidin cenazesinin cemevinden kaldırılmamasıyla karşılaşıyoruz. Şimdi ben umudumu nereye koyayım? Yeni günahlar üretirken günahla yüzleşemezsiniz. Edgar Allan Poe’nun geveze yürek diye bir hikâyesi vardır: Adamın birisi birini öldürür, gömer ve üstüne oturur. O sırada polis gelir ve adam devamlı konuşmaya başlar, polis huylanır ve adamın üstünde oturduğu cesedi bulur. Ülke olarak geveze yürek halindeyiz, gömdüğümüz hikâyenin üstünde faşizan faşizan konuşuyoruz.

• Yazarlar ölümsüz müdür? İçinde bulunduğumuz çağda bu mümkün mü?

Öyle bir şey yok, öleceksin, yapıtların da ölecek. Çok azdır ve arkaik eserlerdir yaşamayı sürdüren. Hiçbir düşünce yüzlerce çağ sonrasını etkileyemez. 100 sene sonra belki Tanpınar da okunmayacak ve edebiyat tarihinin arkeolojik bir taşı olarak duracak. İçinde bulunduğumuz çağ da bize kalıcılığı vaat eden bir çağ değil, bu insanların üzerinde de bir stres yaratıyor. O yüzden uzun yaşama, genç kalma çabası, ‘anti ageing’ler bu kadar revaçta.

‘Gerçek hayatı roman diye satmak ayıp geliyor’

• Kitaplarınızı nasıl yazıyorsunuz? Her yazar biraz da hikâye avcısı mıdır?

İstanbul’da çalışma odamda yazıyorum. Seyyah yazarlardan değilim. Yazı zihinde oluşuyor, zihindeki kaos bitince iskeletini çıkarmaya başlıyorsunuz. Gazetecilik beni çok besledi, hikâyeler bana gelir, çeken bir tarafım var. Mesela gazeteciyken bir gün bir haber için Beyoğlu Mis Sokak’a gitmiştim; bir kapıyı çaldım, bir kadınla tanıştım. Kadın Rum, kocası Yahudi, bana öyle bir hayat anlattı ki, baştan sona roman. Ama tüm bu hikâyeleri yazıp, gerçek hayatı roman diye satmak ayıp geliyor. Hayat o romanı yazmış zaten. Eğer öyküye dönüştürürsem altına mutlaka kaynağını yazarım. Hiçbir yazar hayatla baş edemez, hayat hepimizden çok daha iyi kurgu yapar. Biz ancak dönüştürüyoruz, sanatın merceğinden geçiriyoruz. Yazma eylemi çalışmaktır, en önemlisi okumaktır. “Etkilenmemek için okumuyorum” cümlesini ise çok gülünç buluyorum.

Kategoriler

Kitap ԳԻՐՔ