OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

17-25 yarası

Bayraktar’ın 17-25 Aralık soruşturmasını kastederek, “Diğerlerini bilmem ama benim hakkımdaki her şey doğru” demesi tabii ki şaşırtıcı değil. Kendisi ‘nezaket’ göstermiş ama bütün soruşturmada diğerlerinin ‘montaj’, sadece onun tapelerinin doğru olması akılla, mantıkla bağdaşmayacağından, dolaylı olarak, aslında “Diğer hepsi de doğru” demiş oluyor

Eski Bakan Erdoğan Bayraktar’ın son açıklamalarıyla birlikte 17-25 Aralık bir kere daha gündeme geldi. Bu konu periyodik olarak gündeme geliyor zaten. Gelmesi de hem gereklidir, hem olağandır, çünkü açık yara irin toplar, halletmediğiniz mesele döner döner karşınıza çıkar. 

Bayraktar’ın 17-25 Aralık soruşturmasını kastederek, “Diğerlerini bilmem ama benim hakkımdaki her şey doğru” demesi tabii ki şaşırtıcı değil. Kendisi ‘nezaket’ göstermiş ama bütün soruşturmada diğerlerinin ‘montaj’, sadece onun tapelerinin doğru olması akılla, mantıkla bağdaşmayacağından, dolaylı olarak, aslında “Diğer hepsi de doğru” demiş oluyor. Azıcık aklı ve namusu (Canan Kaftancıoğlu’na not: ‘Namus’ bu bağlamda kullanılırsa sadece cinsellikle ilişkilendirilmiş manasından kurtulabilir) olan herkes, o sıralarda ortaya çıkanların büyük çoğunluğunun doğru olduğunu, hadi biliyordu demeyeyim, ama kuvvetle tahmin ediyordu. 

Hani iktidar yapısı içindekiler, kimin kendilerini desteklediğini, kimin ‘FETÖcü’ olduğunu ayırt etmek için “17-25 Aralık milat” diyorlar(dı) ya, aslında bir bakıma haklılar. 17-25 gerçekten de bir kırılma noktası oldu. Eğer o zaman her şey olması gerektiği gibi olsa, siyasetten çekilmesi gerekenler normal demokratik bir düzenin gerektirdiği gibi siyasetten çekilseler ve seçime gidilse “her şey çok güzel olacaktı” diyemeyiz ama şurası kesin ki bambaşka bir sekiz sene geçirip, bugün bambaşka bir durumda olacaktık. Bu zaman diliminde yaşanan –Haziran 2015 seçimlerinden sonra gelen kan banyosu, Temmuz 2016’daki darbe girişimi gibi– birçok felaket, pek muhtemeldir ki yaşanmayacaktı. Biliyorsunuz, iktidar o darbe girişimini bahane ederek olağanüstü hâl ilan etti ve takip eden senelerde insanları âdeta biçen KHK’lar yayınlamaya başladı. Muhtemelen bunlar da, en azından olduğu zamanda ve olduğu şekilde olmayacaktı. Velhasıl, gerçekten de 17-25 Aralık 2013’teki yol ayrımında tutulan yol, bizi buraya getirdi. 

O gün, o kayıtları tevil etmeye, ‘montaj’ veya ‘darbe’ olarak göstermeye çalışanların da, şu sekiz senede yaşanan felaketlerdeki vebali büyük maalesef. Kendini özgürlükçü, demokrat olarak tanımlayan kimi kanaat önderleri de, kendilerinin Erdoğan üzerinde bir etkileri olduğunu, o iktidardan giderse hem bu nüfuzu kaybedeceklerinden, hem de eski vesayet rejiminin geleceğinden korkarak o zaman geveleyen tevilci gruba dâhil oldular. Kendi akıllarınca ‘kıvrak siyaset’ yaptıklarını düşünüyorlardı herhâlde.

Fakat, sonrasında olaylar öyle bir gelişti ki, hem kendileri bertaraf edilip, oyun dışına atılıp etkisizleştiler, hem de ortaya son derece baskıcı bir rejim çıktı. Demek ki insan “siyaset yapıyorum” diye birtakım kurnazlıklara tevessül ederse ayakları dolaşabilir, zarlar ters düşebilir. Onun için, ister siyasetçi, ister kanaat önderi olarak siyaset yaparken de bazı temel ilkelerin savunusundan ayrılmamak gerekiyor. O ilkelerden biri de, yolsuzluk yapan bürokrat ve siyasetçinin, daha evvelki icraatları ne olursa olsun, görevi bırakması gerektiğidir. Kulağa naif de gelse, savunulması gereken hat budur. 17-25 Aralık’ta bunu savunmayanlar, bu ilkeyi hatırlatmayanlar, vebal altında olanlardır.

Efendim, dinlemeler usulsüzmüş. Öyle bile olsa, bu ancak onların bir ceza davasında delil olup olmayacağını tartışmaya açar. Ceza davasında hüküm giymek başkadır, siyasetten el çekmek başkadır. O tapelerin içeriği doğru idiyse, ki olmadığına dair hiçbir delil ortaya konamadığı gibi bugün Bayraktar’ın ifadeleriyle bir kez daha teyit edilmiş oldu, en yukarıdan en aşağıya, adı geçen tüm siyasetçi ve bürokratların görevden ve makamdan uzaklaşması gerekiyordu. Olası bir ceza davasında ceza alıp almayacakları ayrı konu(ydu). Dava açılırsa deliller hukuki yönden incelenir, sonuçta zanlılar ceza alır veya almazlardı fakat bir daha siyaset yapmamaları gerekiyordu. 

Dolayısıyla, o zaman muhalefetin ve dürüst, onurlu kanaat önderlerinin talep etmesi ve bunun için baskı yapması gereken şey, adı geçenlerin istifası ve erken seçime gidilmesiydi. AKP, kendi içinden yeni bir kadro çıkarabiliyorsa çıkarır, seçimlere girer, yeterli oyu alırsa hükümeti de kurardı, o kuramazsa başka bir hükümet kurulurdu ve tekrarlamak gerekirse, her şey çok güzel olmasa da Türkiye demokrasisi için daha sağlıklı olur, geride bıraktığımız senelerde yaşanan kurumsal, siyasi, adli yozlaşma bu düzeyde olmazdı. 

6 Mart 2014’te Agos’ta yayımlanan yazımdan alıntılarla bitireyim: 
“Kimilerine göre söz konusu olan illegal bir yapılanmanın siyaset üzerindeki vesayetidir ve yapılanlar bir yolsuzluk operasyonundan ibaret değildir, dolayısıyla öncelikle siyasete sahip çıkılmalı ve vesayetle mücadeleye edilmelidir. Yapılanın yolsuzluk operasyonundan ibaret olmadığını ve hatta önceliğin vesayetle mücadeleye verilmesi gerektiğini kabul etmeye hazırım. Peki, bunları kabul etmek akçeli yolsuzluklar, yürütmenin yargıya müdahalesi konusunda ne demeyi, ne yapmayı gerektiriyor? Hükümetten olan bitenin hesabını sormamak mıdır önceliği vesayetle mücadeleye vermek? Yok öyle değilse, şu anda bir hesap sorma ve verme durumu var mı? Ayrıca, siyasete sahip çıkmak bizim olduğu kadar siyasetçinin de görevi değil mi? Oysa, yolsuzluk, hukuksuzluk yapan siyasetçi siyaseti çoktan kurban etmiş demektir. Siyasetçi siyaset dışı iş yapacak ama siyasete sahip çıkması gereken biz olacağız. Onun umursamadığını korumak bize düşecek ama bu arada asıl koruduğumuz siyaset mi yolsuzluk yapan siyasetçinin şahsı mı belli olmayacak… Kayıtlar fark yaratmalıdır; gerçekten yaratır veya yaratmaz, o ayrı tartışma konusu.” 

Ne dersiniz, yarattı mı?