OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Ya dilenci ya düşman

Patrikleri ve patrikhaneleri hiç tanımasalar, hiç muhatap almasalar daha tutarlı olacak. Bir yandan tanıyorlar, bir yandan tanımıyorlar ki bu da bizi yukarıda sorduğumuz sorunun cevabına getiriyor: Böylece ellerini kolaylaştıran idari bir esneklik yaratmış oluyorlar, kendilerini kanunla bağlamıyorlar. Örneğin, kalıcı bir patrik seçim yönetmeliği yapılmamış, her seferinde geçici Bakanlar Kurulu talimatnameleriyle seçimi düzenlenmiştir ki her seferinde, Ermeni toplumu patrik seçeceği zaman tekrar hükümete mecbur olsun.

Azınlık vakıfları seçimleri ve bunun için çıkarılan yönetmelik gündemdeki yerini koruyor ve anlaşılan, bu sene sonuna kadar korumaya devam edecek. Umarım 19 Temmuz’da vakıfların VGM’yle yapacağı toplantıda yönetmeliğin sakıncalı ve eksik taraflarının düzeltilmesi için gerekli adımlar atılır ama doğrusu pek umudum yok, zira Vakıflar Meclisi’ndeki Azınlık Vakıfları Temsilcisi Can Ustabaşı da geçen hafta Agos’a verdiği demeçte VGM’nin gündeminde yönetmelikte değişiklik yapmak olmadığını, yönetmeliğin bu hâliyle seçimlerin bir an evvel yapılmasını beklediklerini söylemiş. Bu şartlar altında, toplantıdan ne çıkacak göreceğiz. İnşallah ‘dostlar alışverişte görsün’ kabilinden bir toplantı olmaz. Tabii ki, ilk denenmesi gereken müzakeredir ama başından beri söylediğim gibi, şikâyet ve taleplerin resmiyete dökülmesi şarttır.

Peki, patrik seçimlerinden tutun da vakıf seçimlerine, oradan vakıf mülklerine kadar onlarca yıldır yaşanan bu sorunların temelinde ne var? Türkiye’de devlet-vatandaş ilişkisi genel olarak sorunludur. Devlet görevlileri, kendilerini vatandaşa açıklama vermek zorunda hissetmezler. Bu durum Hıristiyan ve Yahudi vd. vatandaşlara gelince iyice katmerlenir, iyice fütursuzlaşır. Bu gruplar, Osmanlı’dan kalan ama aslında ‘kalmaması gereken’, ‘kalmasa daha iyi olacak olan’ gruplardır. Cumhuriyet kurulduktan sonra ‘yeni’ devlet bu grupları nasıl tanımlayacağı, onlara nasıl muamele edeceği konusunda tam ve net bir tercih ortaya koymamış, kasıtlı olarak kimi hukuki boşluklar yaratmıştır ki gerektiğinde o boşlukları günün şartlarına göre kullanabilsin. Ne onların Osmanlı millet sistemindeki hak ve statülerini tanımış, ne de onlara eşit vatandaşlar olarak muamele etmiştir.

Bu yaklaşım yalnızca bu gruplara mensup bireylere karşı değil, bu grupların kurumlarına karşı da geçerli olmuştur. En açık örnek, Ermeni Patrikhanesi’nin durumudur. ‘Yeni’ devlet, Patrikhane’nin Osmanlı zamanındaki statüsünü resmen tanımadı. Diyelim ki laik bir devlet olma iddiası sebebiyle bu anlaşılır ama ona yeni bir yasal statü de vermedi. Patrikhane’nin görev ve yetkilerini tanımlayan hiçbir kanun ortaya konmamıştır. Buradan bakınca, Patrikhane kanunen yok hükmündedir ama asıl çelişki şurada ortaya çıkar ki, Patrik fiiliyatta devlet görevlilerinden toplum temsilcisi muamelesi görür. Devlet görevlileri Ermeni Patriği’yle Ermeni toplumunun yalnız dinî değil siyasi ve sosyal sorunlarını da konuşur, özel günlerde törenlere davet eder vs.

Peki, devlet denen yapı neden bunun böyle olmasını tercih etmiştir ve etmektedir? Öyle ya, seneye cumhuriyetin 100. yılı; patrikhanelere bir yasal statü vermek 100 yılda yapılamayacak bir iş mi? Tabii değil. Bu, yapılamayacağından dolayı değil, devlet öyle istediği için öyle olan bir durumdur. Sorumuzu tekrarlamak gerekirse, neden devlet bunu tercih ediyor? Patrikleri ve patrikhaneleri hiç tanımasalar, hiç muhatap almasalar gene daha anlaşılır, daha tutarlı olacak. Bir yandan tanıyorlar, bir yandan tanımıyorlar ki bu da bizi yukarıda sorduğumuz sorunun cevabına getiriyor: Böylece ellerini kolaylaştıran idari bir esneklik yaratmış oluyorlar, kendilerini kanunla bağlamıyorlar. Örneğin, kalıcı bir patrik seçim yönetmeliği yapılmamış, her seferinde geçici Bakanlar Kurulu talimatnameleriyle seçimi düzenlenmiştir ki her seferinde, Ermeni toplumu –ve diğerleri– patrik seçeceği zaman tekrar hükümete mecbur olsun. Ayrıca, son seçimde olduğu gibi, her seferinde yeni talimatname mecburiyeti, istedikleri kuralları ekleme imkânı da verir.

Diyeceksiniz ki, “Kendilerini kanunla bağlasalar ne olacak? Canları istemezse ona da uymuyorlar.” Haklısınız. Vakıf seçimlerinde bunu yaşadık, yaşıyoruz. Vakıflar Kanunu’nun açık hükümlerine rağmen vakıf seçimlerini dokuz sene boyunca engellediler.

Bir şeyin altını çizelim. Cumhuriyet tarihi boyunca azınlık vakıflarına dair en kapsamlı ve ileri düzenlemeler AKP hükümetleri döneminde olmuştur. Bugün vakıfların tabi olduğu 2008 tarih ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu, azınlık alanlarının manevra alanlarını genişletmiş, birçok hakkını tanımış ve ona bağlı olarak aynı sene çıkarılan Vakıflar Yönetmeliği de cumhuriyet tarihinde ilk defa azınlık vakıfları seçimlerini bir kurallar bütününe bağlamıştır. Gelgelelim, yönetmeliği çıkaran aynı parti beş sene sonra seçimi düzenleyen maddeleri iptal etti ve dokuz sene boyunca yerine yenisini yapmadı. Neden? Yukarıda zikrettiğim, devletin kendini vatandaşına, hele hele Türk-Müslüman olmayan vatandaşlarına tatminkâr bir açıklama verme mecburiyetinde hissetmeme tavrından dolayı bu sorunun cevabı da henüz verilmiş değil.

Bu yaklaşım karşısında bu ‘sakıncalı vatandaşlar’dan beklenen, sabırla beklemeleri bu bekleyiş ne kadar uzun olsa da onun sonunda kendilerine verilenle yetinmeleri, hatta verilen için minnettar olmalarıdır; çünkü onlara ‘verilen’ her şey, devletin vatandaşın ihtiyacını karşılamak üzere atması gereken adımlar, dolayısıyla vatandaşların almaları gereken hakları değil, mağrur bir sahibin kendinden aşağıdakilere yaptığı bir lütuf, bir iyilik gibi görülür. Eh, bizim kültürümüzde de, kendisine yapılan iyiliği beğenmemek ayıptır!