OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

‘Al gı pave’nin düşünsel ve psikolojik arka planı

Zaven Biberyan’ın meşhur ‘Al gı pave” [Artık yeter] başlıklı yazısı ve sonrasında aldığı tepkilere dair yazdıklarını hiç yorum yapmadan, geniş bir şekilde aktarmak istiyorum. Söz konusu yazı, başlığından anlaşılacağı üzere bir isyan, bir sabır taşması.

Türkiye Ermeni toplumunun 20. yüzyılda çıkarttığı en önemli entelektüellerden biri, hiç şüphe yok ki Zaven Biberyan’dır. Anıları geçen yıl Aras Yayıncılık tarafından ‘Mahkûmların Şafağı’ ismiyle basıldı. Doğrusu, özellikle aynı Ermeni toplumu tarafından yeterince okunup tartışılmadı. Kelimenin birkaç manasıyla zor bir insan olduğu kendi ifadelerinden de anlaşılan Biberyan’ın anıları geniş bir değerlendirme yazısını tabii ki hak ediyor. Fakat bu sefer, onun meşhur ‘Al gı pave” [Artık yeter] başlıklı yazısı ve sonrasında aldığı tepkilere dair yazdıklarını hiç yorum yapmadan, geniş bir şekilde aktarmak istiyorum. Hani, bu hafta köşeyi Biberyan’a bırakıyorum desek yeridir, çünkü hem iki-üç sayfa boyunca akan ifadelerini mümkün olduğunca kendi bütünlüğü içinde vermek daha doğru, hem de 76 yıl evvel yazdığı yazı hakkında söyledikleri büyük ölçüde hâlâ geçerli. (Yine de, yerden tasarruf etmek için bana göre yokluğu akışı bozmayan, tali kalan bir-iki cümleyi buraya almadım.)  

Söz konusu yazı, başlığından anlaşılacağı üzere bir isyan, bir sabır taşması. Neye karşı? Ermenilerin, Ermeni kimliğinin Türkiye’de gördüğü muameleye karşı, üstelik 1945-46 gibi zor zamanlarda. Gerisini Biberyan anlatsın:

“Bir kalemde yazdığım o metin üzerinde uzun süre çalıştım. Zincirlerimden boşanmıştım. Bir coşkunluk, bir hışım hâliydi benimki. Sıfır endişe, sıfır tasa. Makalemin yeteri kadar tutkulu olmamasından, bütün bir halkın isyanını yeteri kadar dile getirememesinden, ulusal gururla, haysiyetle bağdaşmamasından, iktidarı piyazlıyormuşum izlenimi vermesinden, köpek gibi sadık birinin aşağılık itirazı, dayak yemiş bir peykin ağıdı olarak anlaşılmasından korkuyordum bir tek. Bundan öyle dehşet duyuyordum ki genelde hiç yapmadığım üzere, müsveddeyi bir arkadaşıma okutup fikrini sordum. Bana ürkmüş bir hâlde, fazlasıyla cüretkâr bir metin olduğunu söylediğinde içim rahatladı…

Makale Nor Lur’un 5 Ocak 1946 tarihli 95. sayısında çıktı… ‘Artık yeter, beyler! Ermeni’nin ismi sizin oyuncağınız değildir, olamaz, olmamalıdır!’ Bunu, Ermeniliği itiraf etmenin kabahat sayıldığı, ‘ulus’ kelimesinin Ermeni basınında yasaklandığı, bizzat varlığı inkâr edilen bir halkın tarihiyle övünmekten özellikle kaçınılması gereken bir dönemde yazmıştım.

Ermeni basını yıllardır Ermenilerin masum olduğunu iddia etmekle yetinmiş, Türk devletine, Türklüğe sadık olduğunu anlatmıştı. Türk basınının Ermenilere karşı yüz kızartıcı bir ithamda bulunduğu, Ermenileri tehdit ettiği her durumda, bizim gazetelerimiz ancak bitmez tükenmez yakınmalarla karşılık veriyor, temcit pilavı gibi ‘ortak-vatan-benzersiz-hizmetler-vermiş-Ermeni’ hikâyesini tekrar ediyordu. ‘Türkler’ bizi hep hor görüp itelerken, onlar bıkmadan usanmadan bizim de Türk olduğumuzu, Türk’ten başka bir şey olmadığımızı ilan ediyorlardı. Sade bir birey de olsa, bütün bir halka iftira atan, sorumsuz, Ermeni düşmanı biri de olsa, herhangi bir Türk’ü itham ederek cevap veren olmamıştı. Özellikle de hiç kimse iktidardan şikâyet etmemiş, iktidarın kayırıcılığını dile getirmemiş, Türkiye Ermenilerinin sürekli olarak maruz kaldığı zulümden bahsetmemişti. Dolayısıyla Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir Ermeni Türk basınına, yani iktidara, Türk devletine (zira basın, doğrudan emir aldığı devleti temsil ediyordu) kafa tutuyor, itaatkârlığa, teslimiyete karşı sesini yükseltiyordu. Bu yüzden de misillememin fazla ılımlı olmasından, bir halkın isyan etme, hak talep etme haykırışını yeterince duyuramamasından korkuyordum. Hasmımın dudaklarında kuşkulu ama hor gören, şüpheci bir tebessüm oluşmasına yol açabilecek ikiyüzlü sadakatin zerresine bile katlanamıyordum. Tebessüm değildi istediğim. Her ne pahasına olursa olsun, o koyu kırmızı yüzlerin ekşimesini, kaşların çatılmasını, kasların gerilmesini, dişlerin sıkılmasını istiyordum… Kendi korkularını bastırmak için kolay düşmanlara korku salmaya ihtiyacı olan insanların esenliğinden gına gelmişti. İşte o zaman Dünya’da yaşadığımın, insan olduğumun bilincine varacaktım.

Çatık kaşlardan gani gani görecek, bu sayede, insana insan olmanın haysiyetini hissettiren o kibri, o neşeyi tecrübe edecektim: hor görülmek aşağılanmak, yerine nefret edilmek, kıç yalayıcı değil hasım olmak. Bedelini hayatımla ödeyeceksem bile.”

Biberyan’ın buraya kadar söylediklerini irdelemek gerekiyor aslında ama bir de yazının Ermeni toplumunda nasıl karşılandığı gibi çok önemli bir kısım var. Oraya girersek bu yazı köşenin boyutlarını aşacak. Hem o kısmı, hem irdeleme işini haftaya bırakalım.