OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Sonu gelmeyen kısır döngü

En temel doğruları ifade eden bu sözler karşısında âdeta infiale kapılarak öfke dolu cevaplar veren, yorumlar yapan sadece mevcut iktidarın destekçileri de değil; en az onlar kadar kendini muhalif olarak tanımlayanlar da Babacan’ı “bölücü”, “hain” olarak tanımlamaktan kaçınmamışlar. Bu da bize, Türkiye’deki demokrasi sorununun iktidarla sınırlı olmadığını bir kere daha gösteriyor.

Bu ülke ve onu yöneten devlet mekanizması, önce imparatorluk sonra cumhuriyet olarak, kuşaklardır, ben diyeyim 100 sene, siz deyin 150 senedir demokratikleşme yolunda bir kısır döngü içinde debeleniyor. Biliyorum, “100-150 sene” rastgele söylenmiş, abartılı bir ibare gibi geliyor kulağa. Fakat, inanması gerçekten zor olsa da durum bu (maalesef). Açın bakın 1840’ların, 1850’lerin (yani Tanzimat Dönemi) tartışmalarına; en önemli ve gergin konulardan biri, belki de birincisi Hıristiyanların Müslümanlarla eşitliğinin sağlanması, yani daha demokratik bir idare, hukuk ve sosyal düzen yaratmak. Tabii ki küresel ölçekte demokrasi standartları da o zamandan bu zamana sabit kalmadı, gelişti. 19. yüzyılın en demokratik ülkesi bile bugünün standartlarına göre geridir. Bizim ülkemizin sorunu ise güncel demokratik standartlarından kimi zaman çok, kimi zaman daha da çok geri kalması, bir türlü o standartları yakalayamamasıdır. (19. yüzyılda ‘demokratik’ olarak adlandırılan ülkeleri değerlendirirken sömürgelerinde uyguladıkları şiddeti de belirtmek lazım tabii.) 

O standartların en önemlisi, şüphesiz, vatandaşlar arasında eşitliğin tesis edilmesi. Buna da gerek devlet, gerek yazar-çizer takımı, gerek kitleler düzeyinde hep çok direnç oldu. Bu kesimler, 19. yüzyılda ‘gâvura gâvur dememeyi’ kabullenemiyordu, daha sonra da Türklüğün diğerler kimliklerin üzerinde, onlardan üstün değil onlarla aynı seviyede tanımlanmasını ve kabul görmesini sindiremedi. Bu üstünlük isteğini “Zaten hepimiz Türk’üz” iddiasıyla kabul ettirmeye çalıştı ama gerçeklerle bu kadar uyumsuz bir iddia da kendilerini Türk olarak tanımlamayanlar tarafından benimsenemedi. Bugün de değişen pek bir şey yok.  

Tüm bunları bir kere daha söylememe vesile olan şey Ali Babacan’ın bazı ifadeleri ve bu ifadelere gerek siyasetçilerin, gerek sosyal medyada halkımızın verdiği tepkiler oldu. Şöyle dedi Babacan: “[herkesin kendini] Bu ülkenin eşit ve özgür bir vatandaşı hissetmesi böyle bir güçlü vatandaşlık anlayışının hâkim kılınmasıyla mümkündür. Bu kapsamda, anayasamızın 66. maddesini [vatandaşlığı tanımlayan madde] çağımızın gereği olarak kapsayıcı bir anlayışla yeniden ele almayı teklif ediyoruz. Bir başka önemli konu da şu: Hak ve özgürlükler konuşulduğunda akla hemen anadili hakkının geldiğinin farkındayız. Biz bu konuda da oldukça netiz. Herkesin anadili anasının ak sütü kadar helaldir. Bu topraklarda konuşulan tüm diller bizim dilimizdir. Biz bütün bu dillere aynı yakınlıktayız. Bakın, eşit mesafedeyiz demiyorum, aynı yakınlıktayız diyorum. Eylem planımızda bu konuya da açık yer verdik. Anayasamızın 42. maddesinin [eğitim ve öğrenim hakkını tanımlayan madde] de bu doğrultuda değiştirilmesini öneriyoruz.”

Herhangi normal bir demokratik ülkede sıradan, en temel normları ortaya koyan ama Türkiye’de, zaman zaman gündeme gelse de, geniş kabul görmeyen bu ifadelerin, oy oranı olarak değil ama siyaset olarak anaakım bir siyasetçinin ağzından duyulması Türkiye için önemli. Fakat bu sözlere verilen tepkilere bakınca Türkiye’nin demokratikleşme konusunda ne kadar büyük bir sorunla karşı karşıya olduğunu bir kere daha görüyor ve umutsuzluğa kapılıyorsunuz. Demokrasinin üzerine bina edileceği sosyal bir taban yok. En temel doğruları ifade eden bu sözler karşısında âdeta infiale kapılarak öfke dolu cevaplar veren, yorumlar yapan sadece mevcut iktidarın destekçileri de değil; en az onlar kadar kendini muhalif olarak tanımlayanlar da Babacan’ı “bölücü”, “hain” olarak tanımlamaktan kaçınmamışlar. Bu da bize, Türkiye’deki demokrasi sorununun iktidarla sınırlı olmadığını bir kere daha gösteriyor.

Gösterdiği bir diğer şey de, yazının başında söylediğim gibi aynı tartışmaların, aynı tepkilerin çok uzun zamandır devam ediyor oluşu. Örneğin, Babacan’ın bu sözlerine “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayacaktır” diye ‘cevap’ veren var. Bu da gene uzun süredir değişmeyen bir tutum: Farklılıkların eşitlik düzleminde haklarının teslimini hemen kendi varlıklarına, daha doğrusu ulus devletle özdeşleştirdikleri kendi varlıklarına tehdit olarak algılıyorlar. Bir ülkede her kesimden vatandaşın kendi anadilinde eğitim görmesi o devleti yıkacaksa, zaten o devlette bir sorun var demektir. Ne diyordu Musa Anter: “Eğer benim anadilim senin devletinin temellerini sarsıyorsa, demek ki devletini benim arsama yapmışsın.”