OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

“Düşmanlık okyanusunun ortasında”

27 Mayıs tarihli Armenian Weekly gazetesinde, Garen Kazanc’ın Sivas’taki Surp Asdvadzadzin Ermeni Kilisesi’nin 1950’lerde dinamitlenerek yıkılma hikâyesini dedesinin ağzından aktaran yazısını okuyunca bu konuya bir daha değinmek gerektiğini düşündüm. Anadolu’nun cumhuriyet döneminde kalan Ermenilerden temizlenmesinin üzerinde şimdiye kadar yeterince durulduğunu düşünmüyorum.

Geçen Kasım ayında yazdığım bir yazıda “Cumhuriyet yeni bir sayfa açmadı” diyerek Ermenilere, özellikle de Anadolu’daki Ermenilere karşı yıldırma ve göç ettirme politikalarının cumhuriyetle birlikte sona ermediğini, hep bahane olarak ileri sürülen ‘savaş koşulları’nın çoktan ortadan kalkmış olmasına rağmen cumhuriyetin Anadolu’yu Ermenilerden temizleme projesine devam ettiğini anlatmıştım. 

27 Mayıs tarihli Armenian Weekly gazetesinde, Garen Kazanc’ın (Kazanç?), Sivas’taki Surp Asdvadzadzin Ermeni Kilisesi’nin 1950’lerde dinamitlenerek yıkılma hikâyesini dedesinin ağzından aktaran yazısını okuyunca bu konuya bir daha değinmek gerektiğini düşündüm ki ileride de tekrar tekrar değineceğim muhtemelen, çünkü bunun, yani Anadolu’nun cumhuriyet döneminde kalan Ermenilerden temizlenmesinin üzerinde şimdiye kadar yeterince durulduğunu düşünmüyorum. Bu mesele biraz soykırım tartışmalarının gölgesinde kaldı.

Kazanc’ın dedesinin anlattıkları, bu yıldırma politikasının bireyler üzerinde nasıl psikolojik etkileri olduğunu daha iyi anlamamıza fırsat veriyor. Uzunca bir alıntıyla aktaralım: 

“O uğursuz günü dünmüş gibi hatırlıyorum. Güneşin batmasına yakındı, Sivas şehir merkezindeki dükkânımı kapatmaya hazırlanıyordum. Her şeyin ne kadar sessiz olduğunu hatırlıyorum. Alışılmadık biçimde sessiz. Bir an evvel eve gitme isteğiyle içimdeki sıkıntıyı bastırdım... Derken, tam dükkânı kitlediğim sırada...

Bir patlama. Gökgürültüsü gibi bir ses havayı yırttı. Kemiklerime kadar titrediğimi hissettim... O sırada şehirde bir kaos oldu, herkes felakete tanıklık etmek için evlerinden, dükkânlarından dışarı fırladı... Dükkânı kapatıp, patlamanın merkezine doğru koşan insan kalabalığına katıldım. 

Yıkım mahaline yaklaştıkça kalabalığın meraklı tepkisine şaşırdım. Beklentimin aksine, korku veya kedere kapılmış gibi değillerdi. Aslında, neredeyse rahatlamış gibi görünüyorlardı; yüzlerinde garip bir sükûnet ve teselli ifadesi vardı. Olay yerine varıp da neyin yıkıldığını görünceye kadar bunun sebebini merak ettim. 

Yıkılan, Ermeni kilisesiydi. 

Bina tamamen yıkılmış, geriye bir moloz yığınından başka bir şey kalmamıştı. Orada durmuş, ayaklarımın altındaki kadim taşlara bakarken, o taşların sakladığı birçok hikâyeyi düşünmeden edemedim.

İnsanlar olay yerine yaklaşırken, ‘Ermeni kilisesiymiş’ diye bağırıyorlardı. 

Biri “Sonunda yıktılar!” diye haykırdı, “Artık şehir merkezinde daha fazla yerimiz olacak, ne zamandır buna ihtiyacımız vardı.” 

Başka biri, Ermeni olduğunu bilmeden, bana “Nasıl olsa işe yaramayan bir binaydı” dedi.

... Faal olarak ne kilise, ne okul, ne de bize yol gösterecek bir ruhani vardı. 1950’li yıllardı. Kurumlardan geriye kalan, ‘Ermeni kilisesi’, ‘Ermeni okulu’ diye bahsettiğimiz bölük pörçük bina parçalarıydı. Bu kutsal mekânlar yanımızda olsa da onların tarihinden kopuktuk, isimlerini [bile] bilmiyorduk. 

... Buna rağmen Sivas’ta hâlâ geniş bir Ermeni topluluğu vardı. Kilisenin yıkıldığı haberi hepsine yavaş yavaş ulaşmıştı. Yıkım yerinden eve dönerken birine rastladım, olanı biteni konuşmak için Ermenilerden birinin evinde toplanılmasının planlandığını söyledi. Katılacağımı söyledim. O akşam o eve gittiğimde hafızamda yer eden bir manzarayla karşılaştım. Geniş ev Ermenilerle dolmuştu, hepsi siyahlar giymişti, özellikle kadınlar göze çarpıyordu. Planlandığı gibi bir tartışma olmadı. Herkes yastaydı. Bütün duyduğum ağıt ve ağlama sesleriydi. Bunların arasında, kimi Ermenice kimi Türkçe dua edenler duyuluyordu...

Sivas’ın küçük ve unutulmuş Ermeni topluluğu, daha önce kendini o geceki kadar ihmal edilmiş ve yalnız hissetmemişti. Allah bile bizi terk etmiş gibiydi. Cemaatimizi yıkıntıya çevirmekle yetinmeyip o yıkıntıları da ortadan kaldıran bir düşmanlık okyanusunun ortasında yalnızdık...

Söyleyecek ve yapacak bir şey olmadığı için, yas tutanların verebileceği tek şey gözyaşları ve dualarıydı. Ağladılar ve dua ettiler, dua ettiler ve ağladılar. Bu bütün gece böyle devam etti. Bugün bile sesleri kulaklarımdadır.”

Şimdi kendinizi bu insanların yerine koyun. Böyle bir “düşmanlık okyanusunun ortasında” nasıl bir psikolojiniz olurdu ve ne kadar dayanabilirdiniz? 

1915’te bahane, “savaşta düşmanla işbirliği yapan Ermeniler”di. Peki, 1950’lerde neydi?