Mutlu aileler birbirine benzerler, her mutsuz aileninse...

Sarsıcı bir roman ‘Unufak’. Kökleri Anadolu’ya uzanan Ermeni bir ailenin belki ‘tipik’ hikâyesi değil ama buna benzer öyle büyük mutsuzluklar, hayal kırıklıkları, duvara çarpmalar, aile/çevre içi gerilimler ve yumruk yemeler vardır ki bu ailelerde. Biraz aşina olanlar için galiba tanıdık bir hikâye olacak Kevork’un ve ailesinin romanı.

Başlıktaki cümlenin tamamı şöyle: “Mutlu aileler birbirine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”

Lev Tolstoy’un Anna Karenina romanı bu cümleyle başlar. Sosyal medyanın yaygınlaşması ve böylesi aforizmaya dönüşmeye uygun cümlelerin dolaşıma sokulmasıyla, artık pek çok kişinin belki de nereden geldiğini bilmediği, ama bir yerlerden duyduğu bir önerme haline gelmişse de, yeri geldiğinde bu cümleyi kullanmamak için bir neden yok ve bana göre yeri geldi.

Rober Koptaş’ın ilk kitabından, ilk romanından bahsediyorum: Unufak. Geçtiğimiz hafta İletişim Yayınları’ndan çıktı. Agos ve Aras Yayınları eski genel yayın yönetmeninin, hele ki bir ailenin hikâyesine odaklandığı romanını elbette ilgiyle okudum. Okuduktan sonra da aklıma başlıkta okuduğunuz cümle geldi işte. 

Koptaş Ermeni bir ailenin 1960’larda Anadolu’dan İstanbul’a göç edişini ve ailenin “unufak” olmasını güçlü bir biçimde ve sağlam bir kurguyla anlatıyor romanda. Orta Anadolu’da yaşadığını tahmin ettiğimiz aile, tahmin edileceği gibi 1915’in ve sonrasının (mülk gaspı da dahil olmak üzere) darbelerini alsa da, bir şekilde ayakta kalmaya başarmış ve değirmencilik yaparak hayatını sürdürmekte.

Kitapta bir anlatıcımız, yani Kevork’un oğlu var, ama romanın asıl kahramanı Kevork.  Aram ve Azad’ın ilk oğlu olarak, bahsettiğimiz köyde doğuyor. Ancak oraların geleneği icabı, ilk doğan erken çocuk, dede ve nineye, onların çocukları imişcesine teslim ediliyor. Artık anlamakta çok zorlanacağımız geleneğin mantığı şu: Dede ve nine artık yaşlanmaya yüz tutmuşlardır ve onların eli ayağı olacak birisine ihtiyaç vardır, hele ki köy ortamında, ağır işlerin yapılacağı bir dünyada. Ya yeni evli ve yeni çocuk doğurmuş çift? Onlar daha çocuk yapabilirler ve belki de göç edeceklerdir, başka bir kasabaya, şehre ya da ülkeye...

Kevork böyle büyürken gerçek babası ve annesi Aram ve Azad’ın peşpeşe çocukları olur. Önce bir kız, ardından iki oğlan daha. Kevork büyürken bir tuhaflık olduğunu sezse de (Çünkü anne ve babası olarak bildiği çift, hızla yaşlanmakta, ağabeyi ve ablası olarak bildiği çift ise sanki  çoğaldıkça gençleşmektedir) gerçeği bilmez. Ta ki bir gün bir arkadaşı ona her şeyi tüm çıplaklığı ile söyleyene kadar.

Anadolu’dan İstanbul’a “zor” bir göç

Kevork, inanmak istemediği bu sarsıcı bilgiyle yaşamaya, bu yumruğu hazmetmeye çalışırken bir yumruk daha gelir. Gerçek annesi, babası ve üç kardeşi, köyü terkedecek, İstanbul’a gideceklerdir. Üstelik onu almadan.

Bu yumruğu hazmetmesi çok zor olur Kevork’un. Arkalarından bakakalır ama bir planı vardır. Gerçek ailesinin bineceği trene ayrı bir yoldan bir şekilde yetişir ve tren hareket edince karşılarına çıkar. Sevineceklerini sanmıştır. Ama hayır. (Gerçek) babası onu trenden indirip bir arabaya bindirerek köye gönderir. Arabacıya da bu çocuğun kendi oğlu olduğunu söylemek zorunda kalır. Kevork ilk kez babasının ağzından gerçeği duymuştur ama bir yabancıya söylediği biçimiyle. Bir yumruk daha. Hem de en sertinden. Bu çok ağır taş, tüm ailenin “unufak” hikâyesine ve romana damgasını vuracaktır.

Kevork  yıllar sonra askere gider ve askerlik dönüşü İstanbul’da ailesini bulur. Ancak ailesi neredeyse parçalanmıştır. Annesi Azad, en küçük çocuğu alarak Almanya’ya gitmiştir. Babası Sirkeci’deki bir handa iş bulmuş ve iki çocuğuyla birlikte hanın en tepesinde, bir tür kuş yuvasında yaşamaya başlamıştır. Yıllar sonra kavuştuğu kız kardeşi Maro’nun erkeklerle sıkı fıkı ilişkilerine tanık olmak  Kevork’u alt üst eder. Küçük kardeşi Harut da kendine doğru dürüst bir yol çizememiştir. 

Bu gerilim, alt üst edici başka gerçekler ve hayata tutunma çabaları içinde evlenir Kevork. Bir tür görücü usulü, diyelim. Karısı Anna ilk başta onu yaşlı bulur ve beğenmez. Olmayacaktır bu iş. Ancak hayat bir şekilde oyununu oynar ve Kevork ile Anna başlarda eh işte, mutlu, sonrasında ise mutsuzluk kelimesinin bile tarif edemeyeceği sıkıntılı bir evlilik yaşarlar. 
Rober Koptaş FOTO: Erkin Ön
İstanbul’da bir yetimhane 
Anlatıcımız işte bu evliliğin ikinci çocuğudur ve roman, anlatıcımızın İstanbul’da bir Ermeni yetimhanesinde tüm bir hafta sonunu koca binada yapayalnız geçirmesiyle başlar.  Daha fazla detaya girmek bütün romanı anlatmak olur, o yüzden burada kesiyorum. Sarsıcı bir roman ‘Unufak’. Kökleri Anadolu’ya uzanan Ermeni bir ailenin belki ‘tipik’ hikâyesi değil ama buna benzer öyle büyük mutsuzluklar, hayal kırıklıkları, duvara çarpmalar,  aile/çevre içi gerilimler ve yumruk yemeler vardır ki bu ailelerde. Biraz aşina olanlar için galiba tanıdık bir hikâye olacak Kevork’un ve  ailesinin romanı. 

Gerilimler, çıkmaz sokaklar, kıstırılmış hayatlar
Koptaş güçlü bir anlatım bulmuş, tüm bu gerilimleri, çıkmaz sokakları, kıstırılmış hayatları, hayal kırıklıklarını anlatırken. Karakterler sahici ve sırayla iç dünyalarına girmemiz romana ayrı bir ritm kazandırıyor. 

Romanın sonlarına doğru şunlar akla gelebilir: Kevork tüm bu trajediden sağ çıkabilir miydi? Belki. Hayatı etrafına zehir etmeyebilir miydi? Belki. Ama öyle olmamış işte. Aile üyelerinin bazıları zehirlerini birbirlerinin içine akıtmasa olmaz mıydı? Olmamış işte. 1950’lerde, 60’larda Anadolu’dan İstanbul’a göç eden bir ailenin anlatılması zor hikâyesini kaleme dökmüş Rober Koptaş, boğazlarımızı düğümleyerek. 

Bilhassa ailenin Kevork’u bırakarak İstanbul’a göç ettiği ve Kevork’un peşlerinden gittiği bölüm, başlıbaşına kısa bir roman bile olabilir ve bu bölümdeki tasvir, iç dünyaların tahlili, gayet ustaca.  Kevork ve arkadaşlarının küçükken, henüz köyde iken, etrafı dikenli tellerle çevrilmiş askeri arazide kalan metruk Ermeni kilisesine (“Surp Nişan”) gizlice girme maceraları da neredeyse bir kısa film gibi kurgulanmış.  Beri yandan bu bölüm, 1915 sonrasında Anadolu Ermenileri açısından hayatın nasıl devam ettiğini ya da edemediğini de gösteriyor. Okul yok, kilise kalmamış, kalanlar da askeri araziler içinde kâh yıkıma terkedilmiş, kâh cephane olarak kullanılıyor.  Üstelik köyün Ermeni cemaatinin gözleri önünde. 

Bir Ermeni ailenin topik ve dolmayla hiç ilgisi olmayan…
Kitabı bitirdiğimde aslında aklımda başka bir başlık da vardı. “Bir Ermeni ailesinin topik ve dolmayla hiç ilgisi olmayan hikâyesi...” Evet böyle de olabilirdi. İstanbul Ermenilerini bayramlarda topik ve dolmadan, şen şakrak sofralardan vazgeçmeyen, bir zamanlar belki acılar yaşamış ama şimdi artık kıymetli süs eşyası gibi İstanbulumuzu renklendiren, “pek tatlı” bir topluluk  gibi hayal edenlere yazılmış bir mektubun başlığı gibi yani. Öyle de okunabilir tabii, ama bundan çok daha fazlası. 

Bilhassa bizim kuşak için, Anadolu’da kökleri olan ailelerin ne tür bir hayatın içinde yoğrulduklarını, hangi badirelerden sağ çıktıklarını  ya da çıkamadıklarını  bilenler için, apayrı bir anlam taşıyor 'Unufak'. Bu badirelerin ille de siyasi de olması gerekmiyor. Gayet gündelik badireler bunlar ama –kimilerine şaşırtıcı gelecek- gelenekler ve sırtta taşınan o mâlum ağır yükle bu hayat, pek çok kişinin hayallerini, hayatlarını yerle bir edebiliyor. (İstanbul Ermenileri tarafından zaman zaman dışlanmak da, cabası)

Başlığa dönecek olursak: Kendine özgü bir mutsuzluğu var Kevork Devran(yan) ve ailesinin. O mutsuzluktan sağ çıkmak hiç kolay değil. Pek çok kendine özgü mutsuzluğu olan aileden yarasız beresiz sağ çıkmanın hiç kolay olmadığı gibi. 

Kategoriler

Kültür Sanat


Yazar Hakkında

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE