Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos’un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı ‘Lensler konuşabilseydi’ başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
“Now dergisinin yeni sayısındaki fotoğrafı beğendin mi?” diye soruyorum. “Beğendim, beğendim, ama yine insanların kafalarını kesmişsin, bir köşeden de vücudu olmayan bir kol uzanmış içeri. Yeni bir tarz mı bu?” Gülümseyişinden, ‘tarz’ dediği şeyi tasvip edip etmediği anlaşılmıyor. Caz fotoğrafçısı Paul Hoeffler... 2001 yılıydı; onunla tanışalı daha birkaç ay olmuştu. Öncesinde adını çok duymuştum ama hakkında bildiğim tek şey, müthiş bir fotoğrafçı olduğu ve bu alanda otorite kabul edildiğiydi. Çalışmalarını görmemiştim. O zamanlar, bırakın internette biri hakkında araştırma yapılabileceğini, bilgisayar kullanmayı bile bilmiyordum. Tanıştığımızda ondan çok etkilenmiştim. Benden yirmi yaş büyük, şık, yakışıklı bir adamdı. Sıcakkanlılığı hoşuma gitmişti. İnsanın yanına yaklaşmaktan, soru sormaktan çekindiği o ‘büyük fotoğrafçılar’a hiç benzemiyordu. Konuşkan biriydi, karşısındaki kişiye ve çalışmalarına ilgi gösteriyordu. 50’li ve 60’lı yıllarda New York’un caz hayatını, kulüpleri, konserleri, dans mekânlarını, dönemin caz efsanelerini fotoğraflamıştı. Bana Rochester şehrinde, siyahların cumartesi geceleri caz eşliğinde swing dansı yapmak için gittikleri mekânları nasıl keşfettiğini anlatmıştı. 16-17 yaşındaymış. O kadar çok etkilenmiş ki, her cumartesi fotoğraf makinesini alıp, kendinden başka beyazın olmadığı bu kulüplere gitmeye başlamış. Siyahlar onun varlığından rahatsızlık duymamış, o da özgürce fotoğraf çekebilmiş.
Bir gün, bir fotoğraf kulübünde yapacağım konuşma için son hazırlıklarımı yaparken, Hoeffler içeri girip ön sıraya oturdu. Konuşmamın ardından en çok soru soran da o oldu. Fotoğrafın benim için ne anlam ifade ettiğini açıklamadan yanıtlayamayacağım türden sorulardı bunlar. Hoeffler sanki beni çok iyi tanıyor, dinleyicilerin çalışmalarıma daha fazla ilgi göstermesini sağlamaya çalışıyor gibiydi. Öyle biriydi; beni her zaman destekler, fotoğrafçı arkadaşlarıyla tanıştırır, çalışmalarımı hep överdi. Aradan zaman geçti. Arada bir sergilerde, konuşmalarda karşılaşıyorduk. Bir gün beni arayıp, üniversitede verdiği derste öğrencilerine çalışmalarımı göstermemi istedi. Kabul ettim. Onlara beni tanıtırken ve fotoğraflarımdan söz ederken kullandığı ifadeler gururumu okşamıştı. Düşünün, Armstrong, Count Basie, Billie Holiday gibi efsanelerin fotoğraflarını çekmiş biri, sizin çalışmalarınızı övüyor… Doğru yolda ilerlediğime kani olmuş, derin bir mutluluk duymuştum. Böylece, arkadaşlığımızda güzel bir sayfa daha açılmış oldu.
Bir gün beni evine davet etti; gittim. Stüdyosu, tıka basa negatiflerle dolu kutulardan geçilmiyordu, adım atacak yer yoktu. Çalışma masası ve raflar da negatiflerle, küçüklü büyüklü zarflarla dolup taşmıştı. Bu karmaşaya rağmen neyin nerede olduğunu gayet iyi bildiğini, aradığı negatifi hemen bulabildiğini söyleyip, zarflardan birini açtı. Orta ve büyük boy negatifler vardı zarfta – kır manzaraları, ağaçlar, eski evler... Benden, negatiflerin kontakt baskılarını (filmdeki tüm karelerin toplu olarak, küçük hâlleriyle yer aldığı baskı) hazırlamamı istedi. Tabii ki kabul ettim; ne de olsa sık sık karanlık odada çalışıyordum. Evine düzenli olarak gitmeye başladım. Bir zarf alıyor, onun işini bitirip geri götürüyor, yeni bir zarf alıyordum. Epey zorlu bir işti, çok fazla negatif vardı ama sebat ettim, çünkü Hoeffler’ı çok seviyordum ve evine her gidişimde onunla sohbet etme, onu daha yakından tanıma fırsatı buluyordum. Karanlık odada beş-altı uzun mesainin ardından ara vermeye karar verdik. Bana, o âna dek yaptığım iş için ne kadar ödeme yapması gerektiğini sordu. Para almayı kabul etmedim; yardımcı olabilmek benim için büyük bir onurdu. Bu konuda düşünüp beni arayacağını söyledi. Birkaç hafta sonra beni yine evine çağırdı. Caz fotoğraflarından beşinin büyük boy baskılarını yaptırmıştı benim için; her biri imzalı ve damgalıydı. Bana bunların daha ilk taksit olduğunu, kontakt baskıları hazırlayarak ona büyük bir iyilik yaptığımı söyledi. İnanamadım.
Fakat işte, güzel şeyler çok uzun sürmüyor. Birkaç ay sonra, eşi Claire’den bir e-posta geldi. 2005 yılının Haziran ayıydı. “Paul, Cumartesi günü 9:30’da, Sunnybrook Hastanesi’nde, huzur içinde, hayata veda etti” diyordu Claire.
Kanser denen bela, beni bir dostluktan daha mahrum bırakmıştı.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz