Leyla İpekçi, bu ayki Agos Kitap/Kirk’e, Masumiyet Müzesi’nin kendisine neler hissettirdiğini yazdı: “Masumiyet Müzesi’ evet, büyük ölçüde Teşvikiye’de geçer. Bazen olduğu gibi anlattığı, bazen mecaz olarak ifade ettiği ne kadar ayrıntı varsa, her birini defalarca yaşantımdan geçirdiğimi düşünürüm. Onun romandaki her tasviriyle geçmişimden kalma bir nesne daha dirilip adeta bir put gibi karşıma dikilir ve bana en gizli sırlarını açar.”
LEYLA İPEKÇİ
Hayatımın ilk 46 yılını geçirdiğim Teşvikiye’den bir süre önce Anadoluhisarı’na taşındım. Her gün önünden geçtiğim anılarıma artık karşıdan bakıyorum. Geçenlerde Hisarlı ihtiyar bir balıkçı, bana, Teşvikiyeli yazar Orhan Pamuk’un çocukken Göksu deresi kenarındaki dedesine ait halat fabrikasının civarında oynadığını anlattığında çok şaşırdım. Çünkü Pamuk’un satır aralarında dolaşırken onun geçmişine ait belleği en canlı haliyle her daim paylaştığımı hissederdim. İnsanın olgunlaşması kendi izlerinin peşinden gitmesiyle anlamını bulur biraz da. Ve sanırım bunun için en az elli metre kulaç atmış olmak gerekiyor. Masumiyet orada... Demek Pamuk daha masum bir çocukken kendi geleceğine karşıdan bakmaya başlamıştı!
Masumiyet yetişkinlerin yitik mirasıdır
Bizim için dünyanın ilk anılarıdır masumiyet, hiçbir zaman izini tam olarak silemeyiz, yok edemeyiz. Ömrümüzün dolunayında birdenbire, bir göz kamaşması olur ve anlarız ki, masumiyet yetişkinlerin yitik mirasıdır. Her birimiz ondan bir parça taşıyoruz, evet. Taşınırken, dönüşürken, yıpranırken, kıyımlara uğrarken, kıyam ederken... Hep bir biçimde kalıyor bizimle. Benim içinse ancak bu yaşımda, buraya geldikten sonra Teşvikiye, bir masumiyet müzesi oldu.
Orhan Pamuk’un son romanı olan ‘Masumiyet Müzesi’ de, evet, büyük ölçüde Teşvikiye’de geçer. Bazen olduğu gibi anlattığı, bazen mecaz olarak ifade ettiği ne kadar ayrıntı varsa, her birini defalarca yaşantımdan geçirdiğimi düşünürüm. Onun romandaki her tasviriyle geçmişimden kalma bir nesne daha dirilip adeta bir put gibi karşıma dikilir ve bana en gizli sırlarını açar. ‘Metal klipsli küçük parlak el çantası’ nasıl romanda asla yalnızca bir çanta değilse... Nasıl başkahraman Kemal’in âşık olduğu tezgâhtar Füsun’un binbir mecazından birine dönüşürse giderek... Ve nasıl Batı değerlerini ödünç alma telaşındaki seçkin bir zümrenin hayat tarzını temsil eden sembollerden biri olmuşsa bütün eğretiliğiyle: O parlak çantanın varoluş serüvenine benim masumiyetimin izleri de düşer durur hem romanda, hem de hayatta.
Tahayyül gücüne hitap eden ‘sevme biçimi’
Sevdiğim bir romanı okurken, o romanın bir ömür boyu, bana, kendini okutmuş olduğu hissine kapılırım. Onu okurken, aslında onu yazanın da kendim olduğunu düşünürüm. Bir bakıma okuyan da benimdir, yazan da. Ama ‘ben,’ burada artık sadece bir misaldir. Şahsımdan bağımsız bir varlık olarak!.. Masumiyet Müzesi’nde ise, Kemal’in kimi zaman romantik, bazen çok gerçekçi, bazen inandırıcılıktan uzak, bazen analitik, bazen saplantılı bütün o halden hale geçişleri bende de bir akis oluşturur. Kemal’in okurun kalbinden ziyade tahayyül gücüne hitap eden ‘sevme biçimi’, onu bir seven olarak değil, sevilen olarak canlandırmaya iter beni. Bunu yavaş yavaş açacağım.
Romanda sekiz yıl boyunca sevgilisini bekleyen Kemal’in iç dünyasında geziniriz. Ve bu gezintiyi bir hatırlayış olarak otuz yıl sonra yaparız. Onun sevgisini bir yandan Füsun’un eşyaları üzerinden somutlaştırmaya başlarız ve bir yandan da bu eşyalardaki her bir yansıma bizi yeniden aşkın o soyut, o sır dolu, müphem ve tekinsiz koylarında dolandırır durur. Bazen günler haftalar boyu Kemal’in bekleyişinde donakalırız biz de. Devrilmiş bir ağacın uzun süren ölümünü ya da koca bir taş kütlesinin usul usul yuvarlanışını izler gibi sabırla, tevekkülle.
Bekleyiş yolculuğun devam edişidir
Bu izleyiş bir tür izleğe dönüşür romanda. Kendi sabrımızı hangi birimle tartıyorsak işte o; bazen tutkuyla, bazen heyecan ve merakla, bazen de hayal kırıklığı ve umutsuzlukla. Ama her halükarda bu bekleyiş bir biçimde yolculuğun devam edişidir. Seven’in aşığına kavuşması için yolda olması gereklidir. O yüzden Kemal’in Masumiyet Müzesi’ni kurma fikri aklına düşene dek yol boyunca sınanan biz okurların beklentisidir.
Tıpkı hayatta olduğu gibi, romanda da seven kahramanın yolculuğunun gayesi kişisel bir mutluluk değildir bana göre. Pamuk’un söylemediği, belki açık uçlu bıraktığı veya pek vurgulamadığı bir şeyden bahsediyorum. Bir tür aşkınlık halinden. Şeylerin bizimle birlikte oluşturduğu bir kimyadan... Daha ziyade eşyanın esrarından. O esrar ki, ancak ‘kalp ilmi’yle aşkın evrensel ve ilahi niteliklerini bütünüyle kuşanır. Hiçbir mecazı dışarıda ve kendinden bağımsız bırakmamacasına.
Kemal’in Füsun’a duyduğu aşk ise kemale ermemiş bir aşktır bu anlamda. Mecnun’un Leyla’ysına, Ferhad’ın Şirin’ine duyduğu aşkın temsil ettiği ilahi hakikate dönüşmemiş ama bunun mecazlarında gezinerek bize birçok göndermede bulunmayı görev edinmiş bir aşktır. Ne de olsa ‘o an’ın içindedir aşık Kemal. İsmiyle müsemma olmaya onu götüren yoldaki kadim duraklar her seferinde ‘zaman dışılığa’, ‘hayal alemlerine’ doğru bir yolculuğa davet eder bizi.
Tek bir ânın sonsuz açılımlarında bazen sürünen bazen kanat çırpan Kemal, ‘hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum’ diyerek yolumuza kıymetli bir işaret taşı bırakmıştır. Evet, bir dönemin, bugünden bakınca çok ama çok masum kalmış bir dönemin ‘kalp ironisi’ni yapar bize Masumiyet Müzesi. Kalp ilminden ziyade…
‘Özel hayatı ona mahsus’
Kemal, klişe bir tabirle memleketin masumiyet dönemlerinden kalma, (her geçmiş bir masumiyet dönemine tekabül eder) ilk çocuksu Türk filmlerindeki (modern ve batılı bir sanat olarak sinema) yine klişe karakterlerden kalma bütün o motiflerin ve o kurgusal ‘canlandırma’ların toplamıdır bir yandan. Mini etekli şehir kızı Filiz Akın’ı sarı saçlarıyla (ki sarı saç, romandaki gibi ithal bir İnge imgesinden taklit edilmiş belki ilk şekilsel komplekslerimizdendir) hışırdayan mini eşarbıyla hatırlarız. Ne türbandır bu, ne başörtüsü. ‘Ala franga’ bir örtüdür. Kemal’in Füsun’u belki Türk filmindeki fakir kızı temsil eder fakat biraz Filiz Akın’dır elbet, biraz Belgin Doruk. Aile değerlerine riayet eden bir aile kızı görünümündedir. ‘Özel hayatı ona mahsus’ olmak kaydıyla.
Bir yandan da Kemal’in Füsun’u nasıl sevdiğini okurken, onunla birlikte kendimize ait ve hepimize ait bütün o sevme biçimlerimize döneriz. Bütün zamanlara ait olan masumiyetimizle severiz biz de Füsun’u. Hayatın bize ezberlettiği bütün sınıfsal (ve diğer) çelişkiler dışarıda kalır. Bu sevdiğimiz kendi masumiyetimizdir biraz da. Onun halen ‘canlı’ izlerini keşfederiz. Müthiş bir keder iner, umulmadık bir efkâr kuşatır bizi. Pamuk’un romanlarında bir sarmaşık gibi okurun hassasiyetlerine dolanan bu duygu melankoliye döndüğü vakit, tutkulu bir aşığa dönüşür kahramanları kuşkusuz. Ama hüzne döndüğünde, salt nefsani değil, ruha dokunan yüzleri de çıkar ortaya. Benim en sevdiğim yüzlerdir bu. Seven yüzler.
Seven yalnızdır, tek kişilik bir eylem içindedir, ama bir o kadar da çoğalmaktadır Masumiyet Müzesi’nin sayfalarında. Seven’in çoğul bir belleğe ait bütün tekil (belki bu kez şahsi demeliyim) anılarını hatırlamaya başlarız hep birlikte. Teşvikiye, anılarımda artık benim olmaktan çıkmış ve sosyolojik, felsefi, tarihi ya da psikolojik özelliklerini almışsa eğer, evet Masumiyet Müzesi, ait olduğum bir hakikati bana hediye ettiği içindir: Kendimi bildim bileli durmadan değişen ve asla yerine tam olarak oturtulamayan o kaldırım taşlarını, tam da yerlerine oturtulamadığı için sevmeye başlamışımdır Kemal’in Füsuna’a duyduğu aşkla birlikte.
O butiğin basamaklarından Paris’in vitrinlerine
Veya sözgelimi romandaki ‘yatağa düşmüş tek küpe’nin peşinden gitmek isterken modernleşme eğilimindeki geleneksel ilişki kodlarımızın bir tür çözümlemesini yapmaktayımdır. Füsun’un Teşvikiye’deki butiğine giden o dar yollardaki apartmanların girişine serili kırmızı halıları arşınlarken dünyanın doğularından batılarına bütün yolculuklarımı da yeniden yapmaktayımdır. Çünkü zaman, o butiğin basamaklarından Paris’in vitrinlerine beni sıçrattığı gibi, bugün bir Anadolu kasabasında kasiyerlik yapan sarı saçlı ve kot pantolonlu genç kızın sözgelimi geleneklerle olan ilişkisine de beni götürür. Kemal’in her nefeste demlenen aşkı, bu anlamda tepeden inen ama ilk ‘seçkin’ sınıflardan başlayarak şaşırtıcı bir biçimde kanıksanan dönüşümlerimizi gösteren ‘kırılmış zaman’a bir ağıttır.
Romandaki Hilton balolarını düşünelim. 1960’ların en olağan salınımlarıyla o balolara gitmek için hazırlanan genç kızların baktığı aynada kamaşanın ne olduğunu bugün halen ‘aslında biz neyiz’ alt temasıyla hemen her oturumda tartışmaya devam ediyorsak; Teşvikiye’den Hilton oteline giden o yoldaki mini etekli ilk kadınların bacaklarını sergilemekle örtmek arasındaki acemi tavırlarının salt bir özentililik kompleksinden ibaret olmadığını; memleketteki yerli ve yabancı, geleneksel ve Batı farklılaşmalarının değişmez bir kamplaşma olarak devam etmesinin bir tür ahenkli çeşitliliğe dönüşememesinin bir nedeninin de bu ilk mini etekli kadınların çekingen açılımlarına kör kalmamız olduğunu; Teşvikiye ve genel olarak Harbiye ve Şişli’nin bir tür ‘post Pera’ olarak ortaya çıkışının kodlarını yerli yerine koymanın ‘dışarıdan’ bir eleştiriyle çok da mümkün olmadığını; Batı kültürünün yerleşik değerlerle girdiği bu ilk örtük sentezi Pamuk gibi ‘içerden’ gelen bir bakışın soyutlamalarıyla mümkün olabileceğini... Pamuk’un Masumiyet Müzesi’yle bir kez daha görürüm.
Ve sonra bir bakarım ki, ‘makus talihimiz’ burada da bizimledir. Şarkıdaki gibi; bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm! Romanda, Füsun’u anlatan şu davranışın karşılığıdır bu aslında: “Dokuz ay sonra, evdeki dolabında kâğıdından hiç çıkmamış olarak bulacağım düğmelerin parasını verdi.” Ah, diyorum, bir okur olarak, ah! Bu aynı zamanda tüh demek. Off of demek. Ayy ay demek. Hepsi geride kalmış o masumiyetimizin saklı nidalarından.
Hisarlı ihtiyar balıkçının hatırlattığı
Devamı da var. Başta bahsettiğim Hisarlı ihtiyar balıkçının bana Pamuk’un masumiyet dönemlerine ait anlattığı anıya beni bir kez daha döndüren romandaki balıkçı baba ve oğulu da bu nidalarla birlikte hatırlamam oldu. Kemal için bir tür kaçıştır Boğaziçi’ndeki yalıya gelmek. Belki nişanlısı Sibel ile gelecek vaat etmeyen beraberliğini ‘karşıdan’ görebilmek için, Füsun’a duyduğu aşka başka bir boyut kazandırmak için, hayatının açmazlarına, ailesinin görünür görünmez baskılarına yeni direniş biçimleri geliştirebilmek için sığınır Boğaz’a biraz da. Ve orada, yalıda, nişanlısıyla uykuyla uyanıklık arasındayken, bazen sandalda balık avlamaya çıkmış bu baba-oğula denk gelirler. Onları hiç görmezler aslında. Yalnızca işitirler. Kemal’in nişanlısıyla hayatına ait tek beraberlik vaadi barındıran anı budur belki. “Sanki balıkçı ile oğlunu işittiğimiz sürece birbirimizden ayrılmayacaktık” der. O en acıklı Türk filmini birlikte seyretmekteyizdir halen!
Gerçi ilk zamanlardaki ailecek yapıldığı gibi bir ritüel değildir bu. Ekrana bakma biçimlerimiz bile hızla değişikliğe uğramıştır. Türk filmleri yerini çok benzer bir çizgide devam eden Türk dizilerine bırakmıştır. Televizyonumuzun üzerinde artık o uyuyan köpek biblosu da yoktur. Ama hep birlikte onun bize bıraktığı boşluğu izlemekteyizdir ekrana bakarken. Füsun’un bir yansımasıdır o eksik biblo biraz da.
Batılı sembollere dayanan Şişli Harbiye alt kültürünün gündelik hayatımıza yansımaları (kadın-erkek ilişkileri, tüketim kalıpları, aile kurumuna bakış vs...) Fatih Harbiye romanıyla belirginleşmiş ‘ana tema’larımızdan biridir kuşkusuz. Dolayısıyla aynı dönemin ilk ürünlerini gördüğümüz Türk sinemasındaki isimlere bakarsak –Memduh Ün, Halid Refiğ, Osman Seden, Lütfi Akad, Metin Erksan...) Masumiyet Müzesi’nin en az Peyami Safa, Tanpınar ve Atay kadar görünmez kahramanlarıdır onlar. Tabii bu durumda Füsun ile Kemal arasındaki en ‘olağan’ dönem addedilecek Emirgan sırtlarındaki o ‘mutlu ağaçaltı kovalamacaları’ dönemi hızla gelir, hızla geçer. Kemal’e otuz yıl boyunca sayısız kez hatırlanacak anılar bırakarak. Ki bu anıların gizli ve açık çağrışımlarından oluşan bir müze kurmaya böyle karar verecektir Kemal.
Teşvikiye’ye Fatih’ten bakmak
Romanda, Hilton’daki nişanın anlatıldığı uzun kısım, bir dönemin insanlarını, alışkanlıklarını, ritüellerini en ince, en derinlikli biçimde içeriden dışarıya ‘mesafe ayarı’ verilerek ele alınmış çok çarpıcı bir bölüm. Ancak Kemal’in Füsun’u hem fiziki hem mecazi olarak aramaya devam ettiği sayfalarda karşımıza pat diye bir Fatih oteli çıkarır Pamuk. Belki Teşvikiye odaklı merkeze bir kez daha uzaktan bakma ihtiyacı duymuştur. Bavuluyla birlikte geldiği bu otelde bir süre kalır Kemal. Bir yandan nişanlısının yurtdışında olmasından yararlanmıştır, bir yandan da Füsun’u bu uzak ve çok sembolik bir kontrast içeren muhitte aramaktan hoşlanıyor gibidir. Bulmak için değildir böyle bir aramak. Daha ziyade neyin peşinde olduğunu unutma arzusudur bence. Fatih’te kendine ait ama henüz kendine yabancı olan suretlerinin izini sürmektedir Kemal.
“Bu kenar mahallelerde, arsalarda, parke taşı kaplı çamurlu sokaklarda, öp tenekeleeri ve kaldırımlar arasında, sokak lambalarının ışığında, yarı patlak bir topla futbol oynayan çocuklarda hayatın özünü görebildiğimi hissederdim” der. Sonraları nişanlısı Sibel’e Fatih otelindeki hayatın Türk filmlerine benzediğini de söyler: “Geceleri uyumadan önce o tehna ve ücra sokaklarda yürüyorum, bana iyi geliyor.”
Otuz yıl sonra geri dönüp baktığında ise “Babamın büyüyen işleri, fabrikaları, zenginleşme ve bu zenginliğe uygun itibarlı bir Avrupai hayat yaşama zorunluluğu, sanki beni hayatın basit ve temel yanlarından uzaklaştırmıştı da, şimdi bu arka sokaklarda hayatımın kayıp merkezini arıyordum” diye anlatır Fatih’e bakışını Kemal. Şimdi otuz yıl sonra, bugün, artık ne Fatih’in arka sokakları tenha, ne Hilton’un baloları kaldı. Bugün Amasya’da bir havuz başı kutlamasının, Mardin’de bir Artuklu oteli düğününün, Rize’de bir yayla şenliğinin habercisi olmaktan çok uzağa düşmüş o dönemdeki gelecek öngörülerimiz. Masumiyet dönemimizin Türk filmlerindeki o kutlamalar da bugünün seçkinlerine dek ulaşamadan makas değiştirmiş sanki. Ama romanda Füsun’a duyduğu aşk gereği, Kemal Türk filmlerine inanmaktadır. Rol gereği, tabii biz de!
Orhan Pamuk’u okurken kapıldığım his
Masumiyet Müzesi, bütün dönem klişelerinin ironisini yaparken benim adı artık Teşvikiye olan masumiyet dönemimden o kadar rol çalmıştır ki, ‘Agos Şapgir’e verdiğim söyleşide söylediğim gibi, bazen Orhan Pamuk’u okurken anılarımın ona ait olduğu hissine kapılırım. 70’lerin Batılılaşmış İstanbul’unda, önce Teşvikiye Camii’nin avlusuna bakan bir arka dairede, daha sonra camiyi dik kesen bir sokata, sonra ona paralel bir başka arka sokakta, derken yine bir paralel sokakta vs. otururken aynı yerde kalmakla keşfedilen sonsuz değişimlerimizi izledim durdum. Bir yerde kök kalmanın derinleştirici ve dönüştürücü etkilerini gözlemledim. Teşvikiye’deki hayatın her tür sentezini defalarca hem nefsimden geçirdim, hem memleketin sosyolojisinin buradaki yansımalarını kaleme aldım durmadan. Ama sadece bu romanın bana çağrıştırdığı birkaç gündelik hayat ayrıntısına okuru şahit tutmak isterim. Hayatımızdaki şeyler gitgide kaybolurken, bize kimi veya neyi hatırlatırlarsa hatırlatsınlar, onların ancak yokluğunu fark ettiğimizde masumiyet çağımıza dönebiliyoruz çünkü yeniden.
Roman boyunca belleğimin paçalarına durmaksızın takılan, tekrar eden imgelerden bir tanesi Rumeli caddesinin başındaki Çeşit mağazasıydı. Romanın geçtiği 70’li yıllarda ve sanırım 80’lerde de tüm semt sakinlerinin ıvır zıvırcısıydı bu dükkân. Sonra pasaj içine taşındı, derken dikiş dikenler azaldıkça yakın zamanda kayboldu. Babaannem, Rum terzisi Marika’yla birlikte torunlarına, kardeşlerine, kardeşlerinin çocuk ve torunlarına sabahtan akşama dek giysi dikerdi. Envahi çeşit düğmenin, kopçanın, çorabın, çorap lastiğinin, iğne ve ipliğin, yünün, yün şişlerinin, kumaşın, kılıfın, örtünün ve dahi akla gelmeyebilecek öteberinin etrafa dağıldığı ana merkezdi.
Füsun’un butiği, Teşvikiye’de, caminin hemen alt köşesinden Hüsrev Gerede’ye inen yolun başında, kapitalizmin girişiyle birbirinden renkli onlarca butik yüzünden yok olmasına dek Avrupa’dan gelen pahalı giysilerin satıldığı o pahalı butiği çağrıştırır bana. Minik bir vitrini vardı bu ince uzun mekânın. Ama orada satış yapan kadın, Füsun’un geldiği görece orta sınıftan değildi. Ne zaman önünden geçsem, telefonda konuşuyor olurdu. Romanda müdavimlerin devam ettiği Fuaye gibi lokantaları ve her seferinde aileden biri olarak davranan tanıdık garsonları düşününce, aklıma pek çok yer geliyor ama biz o dönemin çocukları için en popüler mekân Nişantaşı’nın köşesindeki İlyas Et Lokantası’ydı. Garsona selam vermek bir itibar vesilesiydi.
Teşvikiye’den taşınırken
Babaannemin oturduğu caddedeki Dilek apartmanında halen oturmakta olan Canan Hanım ve gençliğinden beri vazgeçemediği kek kalıbıyla bizlere halen yapıp dağıttığı kekten yine Şapgir’de bahsetmiştim. Teşvikiye’den taşınırken veda edecek yalnız onu bulmuş olmak bile büyük teselliydi. Son olarak Pamuk’un meşhur Alaaddin’inden -karakolun çaprazındaki dükkânından- da devamlılık adına bahsetmeliyim. Romanın geçtiği yıllarda, Alaaddin’le birlikte babası da dururdu dükkânda. Fötür şapkalı, irice, koyu renk ceketler giyen soğuk bakışlı biriydi. Dönemin her şeyinin satıldığı bu dükkânda bugün de yine her şey satılıyor gerçi ama artık her şey her yerde var zaten. Dükkânın eski ışıltısı kalmasa da, şimdi Alaaddin’in oğlu duruyor tezgâhta, bütün hareketli kişiliğiyle.
Evet, Pamuk’un romanlarındaki 70’li yılların kışlarına hâkim o gri ve puslu havayı, kesif kömür kokusunu, karla kaplı arnavut kaldırımlarını, ana caddededen yukarıya doğru devam ettikçe Ömür ve Pelit pastanelerini, o yıllardaki adıyla Emlak caddesindeki LCC’nin yakın zamana dek hiç değişmeden kalan tuhaf kapısını masumiyet anılarım olarak kaydetmişsem, Pamuk da romanını o ‘ancak Türk filmlerinde olan’ aşkın müzesine kaldırmıştır bizler için.
Füsun’un Çukurcuma’daki evinden hareketle Kemal’in ona ait nesnelerden oluşturduğu müze, romandan taşıp hayatımıza da izini düşürmüştür. Orhan Pamuk’un yine Çukurcuma’da kurduğu bu Masumiyet Müzesi’ni ziyarete gitmedim, kendi masumiyet müzemi romanda kurdum ben. Anılar yok artık orada. Anlar var. An var, bütün açılımlarıyla. Ve bu mutlu andan geriye kalan bir veda hüznü! İşte benim Masumiyet Müze’m! Masumiyet Müzesi, halen kapanmamış izlerime, Teşvikiye’ye geri dönüp bugünkü adımlarımla basmamı mümkün hale getirdi. Hayatta da romanda da.