Eyüp’te işlenen seri cinayetler ve bir aşk hikâyesi... Çıt Yok’ta savaşa dair tek satır yok ama aslında 2. Dünya Savaşı’nı anlatıyor. Yazar İsmail Güzelsoy, birbiriyle ilgisiz görünen olayların bağlantısını “İnkârı tercih ediyorsanız kitabımı bir aşk hikâyesi olarak da okuyabilirsiniz” cümlesiyle kuruyor.
Semra Pelek
Kitap Kirk, Ocak 2012
Bir kitap düşünün, 2. Dünya Savaşı’nı anlattığı halde, savaş cephesinden tek bir satır okumuyorsunuz; hikâye Türkiye’de, İstanbul’un Eyüp semtinde geçiyor. Kitapta ne toplama kampları, ne Yahudi soykırımı, ne katiller, ne de soykırımın kurbanlarına dair açıktan bir cümle geçiyor. Hatta Almanya’da bile değilsiniz. Savaş ve savaş sırasında yaşanan soykırım konusunda ‘çıt yok.’
İsmail Güzelsoy, adını bu sessizlikten alan Çıt Yok kitabında, Eyüp’te mutlak bir sessizlikte işlenen seri cinayetleri anlatıyor. Eyüp’teki seri cinayetlerle 2. Dünya Savaşı’nın ne ilgisi var peki? Kitapta birbiriyle ilgisiz görünen olayların ‘biz’le alakası ne? Kitabın sonunda, katilin ‘yakalandığı’ bölümde Tutunamayanlar’dan bir epigrafla anılan Oğuz Atay’ın bütün hikâyede yeri ne? Sorularımızı Güzelsoy’a sorduk...
• Bir yazara kitabını sormak, “Hadi anlat” demek, söyleşi yapan için belki rahat ama yazar olarak bu sorulara muhatap olmak rahatsız edici mi?
Edebiyatın hammaddesi dildir, yani gündelik hayatta konuştuğumuz dildir ve bu yüzden zavallı bir sanattır bir yanıyla da… Resimde böyle değil, bir ressam boya, tuval gibi malzemelerle sanat yaptığından açıklamaya muhtaç bazı durumlar ortaya çıkabilir; sarıyı ben şunun için kullandım, diyebilir ressam ama edebiyatta yazar yazmış kitabını bitmiş. Bu biraz fıkrayı anlattıktan sonra şurası komikti, demek gibi… Tüketici hakları diye bir şey var, okur para vermiş kitabı almış, onun alacağı hazza veya var olmayan bir hazza müdahale etmeye hakkım yok.
• Okurların çıkardığı anlamları çerçevelemiş oluyorsunuz sanki konuştukça…
Evet, ipotek koymuş oluyorum. Olabildiğince romanlarımla ilgili yaka bağır açmamaya çalışıyorum bu nedenle. Romanda 2. Dünya Savaşı’nı anlatıyorum, deyince insanlar cephede savaş sahneleri bekliyor. Oysa ben savaşı ideolojik boyutuyla ele alıyorum. Çok özetlersem roman, Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı’na girmesi gerektiğini söylüyor ama bu, romanın hiçbir yerinde geçmiyor.
• Romandaki bütün ayrıntılar bir şeyi işaret ediyor, demek mi bu?
Evet, ama benim bu budur, deme lüksüm yok. İşaret etmek, benim anladığım edebiyat değil. Dil ve kurgu ayrı bir evren. Bizim kuşağa kadar, daha doğrusu Oğuz Atay’a kadar, edebiyat bir söz sanatıydı ve bu, okur potansiyelini reddediyordu. Adam, sevgilisine yazması gereken mektubu yayınlıyordu ve buna “roman” deniyordu. Oğuz Atay’la birlikte her şey değişti.
• Oğuz Atay’dan önceki edebiyatı yok mu sayıyorsunuz?
Hayır. Atay’ların kuşağından öncekiler söz sanatı yaptı, diyorum. Türkiye’de edebiyatın bir kurgu işi olduğunu ilk defa hissettiren Nazım Hikmet’tir. Tanpınar hakeza… Ama bunu en rafine biçimde yapan Oğuz Atay’dır; Tutunamayanlar’da Atay, dil ile oynamıştı ama dil, bizi şaşalatacak, hayatı sorgulatacak bir kurgunun üzerine giydirilmiş bir kılıftı. Bu nedenle Tutunamayanlar’ı öyle kolay okuyamazsınız. Geçtiğimiz Ağustos ayında Assos’ta bir kahvede masada Tutunamayanlar’ı görünce kimin okuduğunu sordum, bir çocuk “Ben okuyorum ama çok ağır gidiyor” dedi. Bu çocuğa hayatında başka bir şey okutmadan Tutunamayanlar’ı okutursanız ona kazık atmış olursunuz.
• Köydeki bir gencin Oğuz Atay okumasını küçümsüyor musunuz?
Hayır, bu küçümsemek değil. İnsanların önce okuma zevkini edinmesi lazım; bu hiyerarşik bir süreç. Okuma terbiyesiyle gelişen rafine bakış vardır. Oğuz Atay okuma zevkinin çok rafine olduğu bir noktayı temsil ediyor. Çocuklara hiçbir şey okutmadan Oğuz Atay okutursanız kazık atmış olursunuz. Liselerde okutulan edebiyat kitabında ne öğretiliyor? Seçilen eserlere dönüp bir bakalım, Orhan Kemal okutulmadan Oğuz Atay’dan haz alamaz çocuk. Söylediklerimden elitist bir sonuç çıkarmayın.
• Kitabınıza dönelim; hikâye 2. Dünya Savaşı sırasında geçiyor ama aslında savaş hiç yok, Eyüp’te işlenen cinayetler var…
İdeolojik olarak polisiye kültürüne itirazım var. Polisiye edebiyatın tırmanış dönemlerine bakın, ne zaman kitlesel kıyımlar, büyük savaşlar yaşanıyor o zaman polisiye edebiyat tırmanıyor. Çünkü insanlar buna ihtiyaç duyuyor, devlete güvenmek istiyor, devlet her şeye rağmen benim canımı koruyacak, demek istiyor. Yani gerekirse devlet işini gücünü bırakıp, bir tane sigara izmaritini inceleyecek, katili yakalayacak ve benim kanım yerde kalmayacak. Yalan, düzmece, devlet uğraşmaz senle, devletin başka işleri var. Bir yanda 2. Dünya Savaşı’nda gaz odalarında milyonlarca insanı öldürülüyor, diğer yanda devletler diyor ki “Bir cinayet işlendi ama merak etme sigara izmaritini alacağım, delilleri toplayacağım, katili bulacağım.” Bu sahtekârca bir şey. Devlet, her yıl cinayetleri aydınlatmak için bilmem ne kadar bütçe ayırıyor; iyi de devlet işliyor cinayeti! Önce devlet, faili meçhul cinayetlerin hesabını vermeli.
• Bu yüzden mi kitapta kahramanlardan biri vicdanını rahatlatmak için onca çaba sarf ediyor?
O işte vicdan mıdır, pornografik bir şey midir, bunu ayrıca tartışırız. Vicdan ile pornografi arasında çok sıkı bağlar var.
• Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı’na girmesi gerektiğini söylüyor kitap, dediniz... Neden?
Türkiye’nin tavrı çok politik. Bugün bile hâlâ okullarda Türkiye’yi 2. Dünya Savaşı’na sokmamakla ne kadar erdemli davrandığımız anlatılıyor. Bunu anlattığınız çocuklardan nasıl bir ahlak bekliyorsunuz? Bir yandan Almanya’ya silah yapımında kullanılması için 20 bin ton krom satıyorsunuz, Almanya’dan silah alıyorsunuz, herhangi bir Akdeniz ülkesine saldırı olursa birlikte savaşma kararı alınan Ankara Anlaşması var… Kitleler halinde çocuklar gaz odalarında öldürülüyor, bizimkiler burada hâlâ “Ülkeyi savaşa sokmamakla ne iyi yaptık” diye anlatıyor. Türkiye fiilen savaştaydı, sadece savaşmadı.
• Türkiye, Nazi soykırımının suç ortağıdır, diyorsunuz…
Tabii ki suç ortağıdır. Üstelik okullarda bunun erdemli bir iş olduğunu öğretiyor çocuklara. Ahlaki bir zaaf oluşturuluyor. Siz tarihinize nasıl bakarsanız bugün de öyle davranırsınız. 2. Dünya Savaşı üzerine konuşmayan, hesaplaşmayan tek toplumuz.
• Yahudi soykırımından önce Ermeni soykırımı var. Bununla da yüzleşilmiyor. Geçmişteki suçlarla hesaplaşmamaktan olabilir mi 2. Dünya Savaşı’yla da hesaplaşmamak?
Evet. Burada aydınların tavrı da önemli. Merak ediyorum, aydınlar neden 2. Dünya Savaşı’nı hiç konuşmuyor. Türkiye’nin sorumluluğunu konuşmayan, bu hesaplaşmayı yapmayan, bu cesareti göstermeyen ‘aydın’ diye gezmesin ortalıkta. Mide bulandırıcı bir davranış susmak. Konuşulduğu zaman da hep aynı cümle kuruluyor, “Çok iyi diplomasi yürüttük!” Bu nasıl bir diplomasi?
• Aydınlar sizce bu konunun etrafından mı dolaşıyor?
Sessiz kaldığınız her şey ikrardır. Sükût ikrardır. Ses etmediğiniz zaman kabul etmiş olursunuz. 2. Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin tavrını tartışmadığınız sürece bugün, Van depreminden sonra “Neden çadır yok?” diye soramazsınız. 2. Dünya Savaşı’nda gaz odalarında öldürülen insanlara neden ses etmediysek bu nedenden dolayı Van’da şu anda eksi yedi derecede donan çocuklara ses etmiyoruz. Bunlar birbirinin devamı, uzantısı. Asimilasyon ve azınlık meselesinde de böyle bu. Rehberliğe başladığım yıllarda bir konuşmaya tanık oldum: Nuruosmaniye’de adamın biri yanımdakine “Ben ekalliyetim” dedi, öbürü de “estağfurullah” diye karşılık verdi. Hiç unutmam bu diyalogu. İnsanlar, azınlıklara sevilmesi, okşanması, acınması gereken varlıklar olarak bakıyor.
• Bu da bir tür iç rahatlatma çabası değil mi?
Aslında tam olarak azınlığı zavallı, korunması gereken bir şey olarak görmek bu. Bu yüzden de Ermeni görünce “Ay, Ermeni gel seveyim” diyorlar. Hayır, azınlık da onları böyle gören, algılayan insanlar kadar bir “şey.” Engelliler konusunda da çok öfkeliyim; engellilere de sevelim, okşayalım, ah zavallı, diye bakıyorlar. Böyle bir şey olabilir mi? Eşim, sağır çocuklara hikâyeler okumak için işaret dili öğrendi. Herkes “Ailenizde sağır mı var?” diye soruyor, hayır, yok. Eşimin neden bunu yaptığını anlamıyorlar. Senin kadar bu dünyayı hak eden varlıklar onlar. Kadın haklarında da böyle; “Kadına haklarını verelim” demek maço bir söylemdir, sen kimsin ki kadına hak veriyorsun? Çoğunluğun her şey olduğu tek toplum Türkiye. Zengin, heteroseksüel, erkek, ne bileyim Galatasaraylı falan filan diye kriterler oluşturulmuş, bunun dışında kalan herkesi ya reddediyoruz ya da kafasını okşuyoruz. “İktidar her şeydir” üzerinden giden rejimler ve toplumlar faşisttir. Eşit varlıklar ilişkisini kuramadığın sürece başka türlü yorumlanamaz durumun. Bu eşit ilişki kurulamadığı için gelecek kuşaklardan korkuyorum.
• Neden korkuyorsunuz?
Dünyada bu tarz rejimlerde büyüyen çocukların ne yaptığını görüyorsunuz. Sınır, ahlak yok… Biz çocuklara, neyi öğretiyoruz? Bizden birazcık farklı olanlara, farklı bir dine, etnisiteye sahip olanlara nasıl davranıyoruz? Her insanın tek bir hazinesi var; hayatı. Birinin hayatı bir diğerinden önemli değildir. Bir canlının diğerinden önemli olduğuna kim karar veriyor? Buna çoğunluk karar veriyorsa bu, “İktidar her şey” demektir.
• Romanda kahramanların çoğu ölülerle konuşuyor, hayatla ölülerle diyalogları sayesinde ilişki kuruyor gibiler. Ölülerle konuşmanın bu anlattıklarınızla ilgisi nedir?
Bunlar iç ses. İnsanın gerçek ilişkisi yaşayanlarla değil, ölülerledir. Bizim dünyayla ilişkimiz ölümle kurduğumuz ilişkinin bir uzantısıdır. Biz zannediyoruz ki hayat önceldir, esas olan hayattır. Oysa gerçek kimliğimiz ölümle kurduğumuz ilişkidir. Osmanlı’da ölümle çok sağlıklı bir ilişki kurulmuş; evlerle mezarlar iç içedir, Osmanlı zamanında ölülerin, behemehâl ortadan kaldırılması gerektiği düşünülmez. Ama şimdi ölümle ilişki inkâr ve ret üzerine kurulu. İnkâr da rahat etmenin en ilkel yolu. Biz bunu yapıyoruz, çok ilkel bir yol seçerek inkâr ediyoruz, ölümü de tarihi de inkâr ediyoruz. Kitaba dönersek, her şeyi inkâr etmenin sonunda geriye bir tek aşk hikâyesi, vıcık vıcık bir aşk hikâyesi kalıyor. Evet, inkârı tercih ediyorsanız kitabımı bir aşk hikâyesi olarak da okuyabilirsiniz.
Çıt Yok
İsmail Güzelsoy
Metis Kitaplığı
Kasım 2011, 303 sayfa.