Edebiyatın ikinci dünya savaşı sonrası bir tür modernleşmeye ve çağdaşlaşmaya ihtiyaç duyması, bütün dünyada olduğu gibi Romanya’da da uzun zamandır süren bir tartışmanın konusu.
ONUR KOÇYİĞİT
Rumen yazar Herta Müller’in 2009’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü alması ile bu tartışma daha da alevlendi ve bu kez de tartışmalar çağdaş/postmodern edebiyat eksenine kaydı. Temel sorun, adına çağdaş ve/veya postmodern denilen edebiyatın gelenekçi kanatta nasıl algılandığıydı. Herta Müller, bir röportajında “İnsanlar ölüyordu ve buna sessiz kalamazdım, bunun için de yazdım” diye özetlediğinde meseleyi, dünya edebiyatı yeniden Rumen edebiyatına göz atmak zorunda kaldı.
‘Adı konamayan sıfatlar’
Bu yazının konusu bu tartışmaya dair olmadığı için konuyu uzatmak istemiyorum ancak bu girizgâhımın nedenini de belirtmem gerekli: Rumen edebiyatının en tartışmalı ve güçlü yazarlarından birisi de Mircea Cartarescu. 1958 Bükreş doğumlu olan yazar, -ülkesinde edebiyat tarihi dersleri veren bir profesör aynı zamanda- bu ‘adı konamayan ve tam olarak bilinemeyen sıfatlar’ etrafında yazıyor. ‘Travesti’, Cartarescu’nun dilimize çevrilen ilk romanı olduğu için, özellikle Rumen edebiyatının tartışmaları etrafında dolaşmak kaçınılmaz hale geliyor. Dediğim gibi bu yazının meselesi Rumen edebiyatının geleceği/geçmişi olmasa da yeni dönem Rumen yazarları okurken bu meseleyi hatırlatmak mühim.
Roman, “o zamanlar mesleğim yalnızlıktı” diyebilecek kadar muazzam bir yalnızlıkla yaşamak zorunda kalmış bir anlatıcıyla, Victor’la yönleniyor. Cinsel kimliğiyle yüzleşmeye çalışan, bütün gün sokaklarda gezinen, insanları izleyerek onlarla konuşmadan tanışan, etrafında olup bitene mümkün olan en az seviyede müdahil olan bir karakter yaratmış Cartarescu. 17 yaşındayken katıldığı bir öğrenci kampında yaşadıkları ile bugün 34 yaşındayken durduğu aynanın önünde kendisiyle ve diğer yanı, Lulu ile hesaplaşmaya çalışıyor Victor. Ayna, romandaki metaforlardan yalnızca birisi. Aynada gördüğünü toplum, aynanın karşısında duranın ise kendisi olduğunu varsayarsak -tam tersi de olabilir ve sanıyorum bu hiçbir şeyi değiştirmez- toplum ile birey arasındaki değişkenliğin ancak bir aynadaki görüntü kadar olabileceğini düşündürüyor okuyucuya. Toplumun, sözüm ona, farklı dediğinin aslında aynadaki görüntüyle aynı olduğunu vurgulamaya çalışıyor ve bu anlatıyı da yine mümkün olan en iyi şekilde yapıyor. Bu hikâyenin muhatabının ise Lulu olduğunu söylüyor.
Lulu adında bir ‘çıban’
Lulu, kadın giysileri içinde olmaktan hoşlanan, maskulen tavırlardan arınamamış olmasına rağmen Victor’un kendini bulduğu/gördüğü kişi oluyor. Lulu’nun ayrıksı yanı ve farklı görünen yaşamı, onu rahatsız edici bir faktör haline de getirmiş. Tyler Durden’ın, Dövüş Kulübü’nde “eğer bir tümörüm olsaydı adını Marla koyardım” dediği gibi Victor için Lulu da bir ‘çıban’ olmuş.
Travesti
Mircea Cartarescu 144 sayfa. |
“…yalnızlığımın beyaz teninde bir çıban bulunduğunu ve bu çıbanın adının Lulu olduğunu biliyor musun? Buraya her zaman, bende bebeğini sallamak için gölgeli bir köşe bulan kızın tenini hatırlamak için geldiğimi ve şimdi, altta, elbisesinin kıvrımının tatlı ve transparan baldırına değdiği yerde, adı Lulu olan pis bir çıban bulunduğunun biliyor musun?”
Bu imgenin üzerinden gitmek ve metin içinde takip etmek anlamlı olsa da Cartarescu bunu pek anlamlı bulmamış olacak ki, metaforlar kör göze çöp sokar gibi işlenmemiş. Kendisiyle hatta kendisi sandığıyla hesaplaşmaya çalışan birisinin, ‘çıban’ı için bu denli kafa yorması elbette anlamlı olacaktır. Ancak metnin esas anlatısından kopmamak için Cartarescu’nun kullandığı diğer imgelere odaklanmak gerekiyor. Bu yazıya seks, şehvet, arzu vs. sıralayabileceğimiz klişe sıfatların konuk olmamasını sağladığı için de ortada güçlü bir metnin olduğunu söylemek gerekiyor. Metnin odağında cinsel kimlik arayışı varken, buna bağlı değişkenlerin üstü kapalı anlatılmamış olması metnin bir başka güçlü yanı. Her ne kadar klişeye ‘düşmüş’ ve ağızlara pelesenk olmuş olsa dahi, bireyin toplum içinde yalnızlaştırılması kişinin kendi ile daha çok hesaplaşmasını getiriyor tabii ki.
Cartarescu, ‘Travesti’yi yazarken ne düşündü bilinmez, romanın bir ajitasyona gerek duymaması, mümkün olduğunca anlatıyı dramatikleştirmeden, sertçe anlatması ‘hassas’ bir konuyu mümkün olan en iyi seviyede iş edinmesini de beraberinde getirmiş. ‘Travesti’ en çok da bu yönüyle güçlü bir roman ve meselenin aslında mesele edilecek bir yanı olmadığının, bireyi toplumun değil, kendisinin özgürleştireceğini düşündürtüyor. Roman da aynen böyle bitiyor, tıpkı bu yazı gibi; kendisiyle hesaplaşarak.