‘Dava esas yönünden bozulmalı’

Emekli MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, “Yargıtay’dan Hrant Dink davasının şekil yönünden bozulması gibi bir sonuç çıkmamalı. Davanın esastan bozulması ve yargı sürecinin yeniden başlaması gerekir” dedi.

‘PKK’yı imha siyaseti’ geçmişten hiç ders almamak anlamına geliyor

FERDA BALANCAR 
ferda@agos.com.tr

Emekli MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, son yıllarda Türkiye’nin gerçekleştirmesi gereken demokratik reformlar ve özellikle Kürt sorunuyla ilgili ‘ezberbozan’ açıklamaları ve  yorumlarıyla kamuoyunda dikkat  çekiyor. Öneş ile Kürt sorunundan Hrant Dink davasına uzanan bir söyleşi yaptık. Öneş, ‘AK Parti iktidarı Kürt sorununun çözümü konusunda  neden çekingen davranıyorsa aynı nedenden ötürü Dink davasıyla ilgili olarak da pasif davranıyor. Emniyet, İçişleri bürokrasisi, MİT gibi kurumlar da kendi içini temizlemeli’ diyor.

•          Siz yazı ve röportajlarınızda Türkiye’nin bugün yaşadığı temel sorunları uluslararası konjonktürde değerlendirmek gerektiğini sık sık vurguluyorsunuz. Türkiye’nin temel sorunlarını nasıl bir uluslararası konjonktürde değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’nin coğrafi ve jeostratejik konumunun kazandırdığı derinlikleri mütalaa ederken Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarını göz önünde bulundurmak gerekir. Her iki dünya savaşının en önemli sonucu Ortadoğu’nun yapay sınırlarla şekillendirilmiş olmasıdır. Bu suni yapı, tabii ki savaşları kazanan güçlerin ekonomik ve siyasi çıkarlarını uzun vadeli şekilde koruyabilme anlayışı çerçevesinde kurulmuştur.

Özellikle 2. Dünya Savaşı sonucu ortaya çıkan soğuk savaş süreci Türkiye’yi 1950’lerden itibaren NATO sistemi içinde, yani demokratik Batı bloku içinde konuşlanmaya itti. NATO sisteminin bir kanat ülkesi olarak Türkiye’nin dünya sisteminde yerini alması, ekonomik ve siyasal açıdan demokrasi kavramının özümsenmesinde Türkiye siyasetinin yeterli performans gösterememesini getirdi. NATO üyesi ülkeler kendi demokrasilerini geliştirirken, Türkiye’nin demokratik gelişimine karşı kayıtsız kaldılar. Soğuk savaş boyunca NATO’nun Türkiye’den demokratik standartların geliştirilmesi gibi bir talebi olmadı. 1960’larda başlayan darbeler sürecini de bu tabloyla bakarak anlayabiliriz.

Soğuk savaş bitip de Sovyet sistemi çöktüğünde paradigma değişikliği gündeme geldi. ABD yeni paradigma doğrultusunda kendi çıkarları çerçevesinde dış politikasını değiştirdi. Birinci Körfez Savaşı ve Afganistan politikaları bunun ilk göstergesi oldu. 2000’lere kadar ABD’nin yeni stratejik anlayışı çerçevesinde dünyayı şekillendirme çabalarına şahit olduk. Bu çerçevede Türkiye’nin Kürt meselesini de Körfez Savaşı’yla birlikte başlayan süreçte değerlendirmemiz gerekiyor. Irak’ın işgaline varan süreçte Kuzey Irak’ta resmen olmasa da fiilen bağımsız bir devlet gibi hareket eden bir Kürt yönetimi ortaya çıktı. Bu süreçte PKK da araçsallaştırılan bir unsur haline geldi. Sadece uluslararası alanda değil, Türkiye’nin iç siyasetinde de PKK’nın varlığı ve uyguladığı şiddet araç olarak kullanıldı.

1960’lara kadar olan süreçte Türk siyasal sisteminin İttihat ve Terakki’nin belirlediği ve Cumhuriyet’e devrolunan, tek partili sistemle süren asker-aydın zümreye dayalı bir vesayet sistemi olduğunu görüyoruz. Bu süreçte sivil siyasetin güçsüzlüğü de süreklilik kazandı. 6-7 Eylül 1955 olayları bir vesayet sisteminin ortaya çıkardığı sakıncaların somut ve en çarpıcı örneklerinden biri oldu. 27 Mayıs 1960’da yaşanan süreç vesayeti kurumsallaştırdı ve asker-sivil ilişkileri çerçevesinde bu vesayete derinlik kazandırdı. 12 Mart 1971 darbesi ve ardından 12 Eylül darbesi vesayet sisteminin Türkiye’de iyice kök salmasına neden oldu. Bu süreçte Kürt sorunu, Alevi sorunu, gayrimüslimler sorunu gibi kimlik farklılıklarından kaynaklanan sorunların gittikçe içinden çıkılmaz bir hal aldığını görüyoruz. Böylece vesayet sisteminin kurumsal boyutunu da aşan son derece tehlikeli bir iklim oluştu, Türkiye’de.

•          Bu tarihsel süreç içinde 1990’lar en karanlık dönem olarak göze çarpıyor. Nedir 1990’ların özelliği?

1990’lar Türkiye’nin kaybedilmiş ve en karanlık yıllarıdır. Bu dönem, küresel gelişmeler içinde ekonomide serbest piyasa ekonomisinin geliştiği ve Türkiye’yi de etkilediği bir süreç oldu. Vesayet sistemi serbestleşme sürecinden kendisini korumak amacıyla sivil siyasetin güçlenmemesi için elinden geleni yaptı. 1990’larda yaşanan süreç, vesayetin değişime her ne pahasına olursa olsun direnmeye çalıştığı bir dönem oldu. Bu süreçte ABD’nin Ortadoğu’daki politikalarına paralel olarak PKK şiddeti Türkiye’deki vesayet sisteminin sürekliliğine de katkıda bulunacak şekilde tırmandı. Türkiye ise Kürt sorununu kendi tarihsel birikimi açısından çözecek bir yaklaşım yerine güvenlik eksenli politikalarda ısrar edince, sorun çözüleceğine daha da büyüdü. 1990’larda Başbakan Tansu Çiller’in ağzından ‘Kürt zenginlerinin listesi elimizde’ gibi bir sözü duyduk. Bir Genelkurmay Başkanı’nın Çiller’e verdiği koşulsuz desteği gördük. JİTEM gibi karanlık ve bir hukuk devletinde denetlenmesi mümkün olmayan yapılar ortaya çıktı. Tüm bu süreç aslında devletin PKK’ya yönelik neredeyse sınırsız güç kullanımı politikasının sonucuydu. Bu devlet politikası, denetlenemeyen ve bu yüzden de çeteleşmeyle sonuçlanan asker-polis-maf-     ya düzenine dayalı çürümüş bir  devlet yapısının varlığına işaret ediyor. 

1990’larda sivil iktidarlar da bu karanlık yapının suç ortağı oldu. Sadece askeri vesayetin kontrolündeki yargı ve bürokrasiyle bu süreci açıklayamayız. 1990’larda hiçbir sivil hükümet gerekli demokratik tepkiyi gösteremedi. Bu korkunç hatalar zincirine rağmen Türkiye hâlâ bölünme noktasına gelmediyse bunda Anadolu’nun yüzyıllar ötesinden gelen birikiminin etkisi vardır diye düşünüyorum.

•          2000’lerde bir değişim sürecine girildi. AK Parti 2000’lerde yaşanan değişimin nedeni mi, yoksa sonucu muydu?

Aslında AK Parti, Türkiye’yi değişime zorlayan küresel dinamiklerle, bu dinamiklere uyumlu olarak faaliyet göstermek isteyen Anadolu sermayesinin taleplerinin kesişim noktasında iktidara geldi. Yani AK Parti iktidarı değişim talep eden iç ve dış dinamiklerin bir sonucuydu. Anadolu sermayesi dindar muhafazakârdı ama değişim ve dünyayla bütünleşmek de istiyordu. George W. Bush’un başkanlığının ikinci döneminde de ABD yönetimi Türkiye’nin bir model olarak İslam dünyası ve Ortadoğu’ya örnek olmasını istedi. Bu tablonun doğal sonucu AK Parti’nin hem iktidar olmasını hem de değişimin siyasi düzeyde taşıyıcısı olmasını getirdi. 2002-2005 dönemine baktığımızda AK Parti’nin gerçekten bu değişimi taşıyabildiğini görüyoruz. Bunda elbette AB sürecinin de çok önemli bir payı vardı. 

•          2005 sonrası dönemde ise bu değişim rüzgârının dindiğini görüyoruz. Neden böyle oldu?

2002-2005 arası yaşanan değişim ve dönüşüm sürecinin daha sonra yavaşlamasına AK Parti açısından baktığımızda bunu anlamak zor değil. Duraklamanın asıl nedenlerini 2008’de başlayan Ergenekon dava sürecinde anlayabiliyoruz. 2007 seçiminde AK Parti yüzde 46’lar düzeyinde oy almasına rağmen eğer Ergenekon dava süreci olmasaydı tıkanıklığı aşmakta zorlanırdı. Ergenekon dava süreciyle birlikte Türkiye yeni bir sürece girdi. Demokratik reformların durağanlaşmasında elbette AK Parti’nin net ve tutarlı bir demokrasi programına sahip olamamasının da büyük payı var.

•          Kürt sorunu konusunda yaşanan tıkanıklıkta da AK Parti’nin demokrasi programının olmamasının rolü var mı?

Elbette. Türkiye’nin en önemli ve en acil sorunu Kürt sorunudur. Bunu çözmek için net, tutarlı ve uzun vadeli bir programa ihtiyaç var. Ama ne iktidar partisinde ne de muhalefet partilerinde böyle bir program ve vizyon var.

•          Kürt sorununu çözmek için öncelikle ne yapmak gerekiyor?

Öncelikle eşit vatandaşlık temelinde inşa edilen yeni anayasaya ihtiyaç var. Eşit vatandaşlık, etnik kimliklerden arındırılmış demokratik bir anayasa, sadece Kürt sorununu değil, Aleviler, gayrimüslimler gibi kimlik kökenli diğer sorunları da çözer. Toplum siyasetten bunu bekliyor. AK Parti bu beklenti rüzgârını alarak iktidarda oturuyor ama ne onda ne de muhalefet partilerinde böyle bir program ve irade göremiyoruz. Ama biz toplum olarak yine de bu beklentileri en yüksek düzeyde ifade etmeye kararlılıkla devam etmeliyiz.

•          TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu çalışmaları iyi gidiyor ama…

Toplum yeni bir anayasa istiyor. Siyasi partiler de bu talebi bildikleri için ses çıkaramıyorlar. O yüzden de TBMM Uzlaşma Komisyonu masasından kalkmanın riskini hiçbir parti üstüne almak istemiyor. Eğer yeni anayasa yapılamazsa ve bunun faturası bir siyasi partiye çıkarsa o siyasi parti bundan sonraki ilk seçimde barajın altında kalır ve silinir gider.

•          Uzlaşma Komisyonu’ndan çıkacak yeni anayasa ihtiyaca cevap verir mi?

Partiler arasındaki uzlaşma değil evrensel değerleri içeren bir anayasayla Türkiye sorunlarını çözer. Burada sorumluluk AK Parti’de. Kendi muhafazakâr sınırlarını aşarak AB kriterlerine uygun bir anayasa yapmalı. Bu AK Parti’nin de işine gelir. Toplumun yüzde 80’inin desteğini alır. Anayasa referandumunda ve genel seçimlerde toplum AK Parti’ye o desteği verdi. Eğer AK Parti buna rağmen bir şey yapmazsa bu destek önümüzdeki süreçte tersine döner.

•          Kürt sorunu konusunda hükümette ve Başbakan Erdoğan’da ‘PKK eşittir Ergenekon’ anlayışı egemen. ‘PKK’yı tasfiye etmeden reform olmaz’ görüşünü iktidar partisi milletvekillerinin ağzından da sık sık duyuyoruz. Bu anlayış çözümü zorlaştırmıyor mu?

Bu değerlendirmeyi çok tehlikeli ve riskli buluyorum. Bu bakış, Türkiye tarihini ve Kürt sorununda gelişen süreci hiç okuyamayan bir yaklaşım içeriyor. PKK’yı değerlendirirken çözülmesi gereken temel sorunun ne olduğuna iyi bakılmalı. PKK silahlı hareketini doğuran gerçek, Kürt sorununun bir türlü çözülememiş olmasıdır. Türkiye eşit vatandaşlık hakları konusunda kendi vatandaşlarını tatmin eden bir anayasal süreç başlatmadan Kürt sorunu çözüm yoluna girmez. Şunu unutmayalım ki Türk demokrasisinin eksikleri yüzünden Kürt sorunu bu hale geldi. Önemli olan PKK’nın dayandığı kitlelerin karşısına onların demokratik taleplerini karşılayan kapsamlı bir reformla çıkabilmektir. PKK’nın silah bırakmasını önce PKK’yı destekleyen kitlelerin istemesi gerekiyor. ‘Önce PKK’yı bitirelim’ anlayışı tarihten hiç ders almamış bir yaklaşımı ifade ediyor. Üstelik yeni riskleri ifade eden bir anlayıştır bu.

•          Ne tür yeni riskler?

PKK hareketi bugün milyonlarca Kürdün desteğini alan sosyolojik bir tabana oturuyor. Daha önce pek çok genelkurmay başkanının da ifade ettiği gibi ‘dağdaki beş bin adam’ defalarca yok olma noktasına geldi ama onların yerini yeni ‘beş bin adam’ alıverdi. Ki o dönemlerde kitle desteği bu boyutta da değildi. Ortadoğu’da İran ve Suriye ekseninde gelişen yeni çatışma ihtimallerini göz önünde tutarsak Türkiye’nin acilen Kürt sorununda adımlar atması gerektiğini görüyoruz.

•          Irak’taki Kürt yönetiminin varlığı sorunun çözümü önünde engel mi?

Bağımsız Kürt devleti talebi elbette sadece Irak Kürtleri için değil İran ya da Türkiye Kürtlerinin de bir kesimi için söz konusudur. Ama bunun bir hayalden ibaret olduğunu Mesud Barzani de söylüyor. Irak Kürt yönetimi gerçekçi bir politika izliyor ve kendi hukuki statüsünü güçlendirmeye çalışıyor. Bölgesel koşullar, Irak Kürt yönetimini Türkiye ile birlikte hareket etmeye zorluyor. Bu, yarın Suriye Kürtleri ya da İran Kürtleri için de geçerli olacak. Suriye ya da İran Kürtleri de Türkiye ile birlikte hareket etmenin yollarını arayacak. Türkiye toplumsal talepleri karşılayan demokratik reformlarını gerçekleştirirse Ortadoğu’daki Kürt varlığı Türkiye için bir sorun kaynağı değil önemli bir avantaj haline gelir. Yeni anayasa süreci bu açıdan büyük bir fırsat. 

•          21 Mart 2012 Newroz’u sonrası çatışmaların artacağı öngörülüyor? Katılıyor musunuz?

Mevcut şartlar çatışma potansiyelini barındırıyor. Sadece güvenlik bakış açısıyla bu sorunu çözme konusunda ısrar etmek sosyal yapıdaki kırılganlığı ve muhtemel riskleri ortadan kaldırmaz. İran’a yönelik olası gelişmeler, Suriye’nin geleceği, Sünni-Şii gerilimi Kürt meselesinin yeniden alevlenmesine neden olabilir. Yani Ortadoğu’da benim ‘sürekli çatışma’ dediğim bir ortamla karşı karşıyayız. Bu süreçte mutlaka PKK kendi rızasıyla silah bırakmalı. Evet, PKK silahlı bir örgüttür. Her hukuk devletinde silahlı örgüte karşı silahla mücadele edilir. Ama PKK’nın kitlesel bağlantıları çok önemli. Sosyolojik bir tabanı var. Kürt sorunu gibi kullanabileceği çok ciddi bir araç var. PKK bir terör örgütü olduğu gibi aynı zamanda bir siyasi harekettir. Bunu görmeliyiz. Öte yandan PKK da çözüm sürecini başlatmak için inisiyatif almalı. BDP’nin önünü açması ve legal siyaset üstündeki vesayetini kaldırması gerekir. AKP, zaman zaman ezberbozan bir siyaset uyguladı. PKK da artık ezberbozan bir siyaset uygulayabilmeli.

•          Geçen 29 Aralık’ta yaşanan Uludere olayına nasıl bakıyorsunuz? 35 kişinin bu şekilde öldürülmesinin anlamı nedir?

Uludere olayının kabul edilebilir hiç bir nedeni yok. Türkiye’de 1980’lerden bu yana Uludere olayı benzeri o kadar çok olay var ki... Bunların kimini devletin güvenlik güçleri, kimini de PKK yaptı. Bu kirli savaş sürdüğü sürece daha çok Uludere yaşanır. PKK’yı imha etmek stratejisi ısrarla sürerse daha çok Uludere olayı olur. Bu kirli savaşa son vermek için barışa kilitlenmek gerekir. Bu süreçte devlet Uludere gibi olayları kesinlikle affetmemeli. Söz konusu olan ihmal de olsa kasıt derecesinde ihmal diye hukuki bir kavram vardır. Affedilmemesi ve mağdurlardan özür dilenmesi gerekiyor. Ancak böylece bir daha tekrarlanmaması için önlem alınmış olur.

•          PKK ve devlet arasındaki müzakere sürecinin yeniden başlamasından ümitli misiniz? Ya da müzakereler bu toz duman içinde sürüyor olabilir mi?

Ne kadar müzakere ederseniz edin eğer sonuç almak istiyorsanız temel formül, yeni anayasa sürecidir. Eşit vatandaşlık temelinde bir anayasal reform gerçekleştirirseniz müzakerelerden sonuç alırsınız, yoksa o masadan çözüm çıkmaz. Demokratik reformlarını gerçekleştirmiş bir Türkiye’de PKK’nın silah bırakmamasını düşünemiyorum, çünkü bu süreçte silah bırakmayacak bir PKK kendi toplumsal tabanını da karşısına alır. Burada hükümete çok önemli bir görev düşüyor. Açık, şeffaf bir yol haritası ortaya konulmalı. Deyim yerindeyse yeni anayasa öncesi bir yol temizliği yapılmalı. İfade özgürlüğü, siyasi partiler yasası, seçim yasası gibi konularda demokratik reformlar gerçekleştirilmeli. Kürt siyasi hareketinin düzenlediği pek çok toplantıya katıldım. Gördüğüm kadarıyla Kürt kamuoyunda da demokratik olgunlaşma yolunda çok önemli bir mesafe kat edilmiş durumda. Ancak istenen ‘onurlu bir barış’. Bu da çok anlaşılabilir bir şey. Ama maalesef Türkiye siyasetinde bu psikolojiyi anlamaya yönelik bir zihinsel katılık var.

Toplum yeni bir anayasa istiyor. Siyasi partiler de bu talebin farkında. O yüzden de TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu  masasından  kalkmanın riskini hiçbir parti almak istemiyor. Eğer yeni anayasa yapılamazsa ve bunun faturası bir siyasi partiye çıkarsa, o siyasi parti gelecek ilk seçimde silinir gider.

YARGITAY KARARI ESASTAN BOZARSA
DİNK DAVASI YENİDEN BAŞLAR

•          Hrant Dink cinayeti sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu cinayet, Türkiye tarihinde çok önemli bir noktayı işaret ediyor. Dink’i ben şahsen yazılarından tanıyorum. Onun Türkiye’ye ve dünyaya bakış açısı, Türkiye’deki değişimi ve yeni paradigmayı temsil ediyordu. Hrant Dink değişimin sembolüydü. Onu öldüren yapı, bu değişimin karşısında yer alan, bu değişime engel olmayan çalışan eski paradigmayı temsil ediyor. Eski paradigmanın sürmesinden yana olan kesimlerin oluşturduğu iklimin ürettiği bir cinayettir bu.

•          Bu cinayet, örgütsüz olarak gerçekleşmiş olabilir mi?

Örgütsüz olamayacağı kesin. İşsiz lumpen çocukların yapabileceği bir iş değil bu. Bu cinayetin örgütsel yapıyı da aşan ağır iklimin yarattığı bir mekanizmanın sonucu olduğunu düşünüyorum. Trabzon’daki Mc Donalds bombalaması, Rahip Santoro cinayeti, Malatya’daki Zirve katliamı gibi olayların arka arkaya gelmesine baktığınızda o iklimi görürsünüz. Bu tablo, emrin nereden verildiğinden ziyade iklimin nasıl bir mekanizmayla oluşturulduğunu gösteriyor bizlere. Bugün gelinen noktada Türkiye bu olayı yargıyla çözmeye çalışıyor. Bu cinayet yargıya havale edilerek çözülemez. Yargı kendi tarihsel birikimi ve kendi kırılganlığı içinde sonuca ulaşmaya çalışıyor ama yargının kendi yapısal sorunları çok fazla.

•          Yargı süreci bu davayı çözemez mi?

Siyasi iktidarın ve hatta Meclis’teki muhalefet partilerinin desteği olmadan bu dava sonuca ulaşamaz. Bu süreçte Emniyet, İçişleri bürokrasisi, MİT gibi kurumlar da kendi içine bakmalı ve kendi içini temizlemeli. Aynı süreç Ergenekon davası için de geçerli.

•          Mahkemenin verdiği kararı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dink davası bu şekilde kapatılmak istenmiştir. Ama toplum buna müsaade etmedi. Toplumun müsaade etmemesi karşısında iktidarıyla muhalefetiyle Türkiye siyaseti bu kamuoyu baskısını üstünde hissetti. Bu yüzden bu dava yeni başlıyor. Ancak kritik bir nokta var: Yargıtay’dan davanın şekil yönünden bozulması gibi bir sonuç çıkmamalı. Eğer karar şekil yönünden bozulursa bunun anlamı davanın kapatılması demektir. Davanın esastan bozulması ve yargı sürecinin yeniden başlaması gerekir. Eğer Yargıtay, vereceği kararda suçun örgütlü niteliğine dikkat çekerek, bu örgütsel yapının ortaya çıkartılmasını isterse, bu davanın esas yönünden bozulması anlamına gelir. Kamuoyu Yargıtay’ın bu yönde karar vermesi için ısrarcı olmalı. Bu süreçte siyasi iktidar da daha kararlı bir tutum almalı ve davada adı geçen kamu görevlilerinin yargılanması için irade göstermeli.  

•          Türkiye’de eski genelkurmay başkanları bile tutuklanabiliyor ama siyasi iktidar Dink davası karşısında çekinceli davranıyor. Neden?

Kürt sorununda neden çekinceli ise Dink davasında da o yüzden çekingen davranıyor. Siyasi iktidar soruna bakarken kısa vadeli düşünmemeli. AK Parti kendi tabanındaki miliyetçi tepkileri gözardı ederek politika üretebilirse bu sorunları aşar. Aynı şey CHP için de geçerli. Ancak bu şekilde CHP iktidar alternatifi olabilir.

‘1915 İLE YÜZLEŞECEĞİZ’

•          Fransa’daki inkâr yasası ile birlikte 1915 yeniden gündeme geldi. Öte yandan 2015 yaklaşıyor. Türkiye’nin 1915 ve Ermenilerle ilgili devlet politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’nin tarihsel birikiminin yarattığı travma sadece Kürt meselesinde ortaya çıkmıyor. Ermeni meselesinde de ortaya çıkıyor. Sorunun temelinde 20. yüzyılın başında homojen bir toplum yaratma hevesiyle Türkiye’nin zenginliklerinin budanması yatıyor. 1915’e soykırım deseniz de demeseniz de ortada büyük bir acı var. Tehcir olayı kabul edilebilir bir olay değildir. Ayrıca tehciri 1915 öncesi Balkanlar ve Kafkaslar’dan gelen göçlerle açıklamak da anlamsızdır. Bunu söyleyenler bile buna inanmıyor. Tehcir edilenler Osmanlı vatandaşıdır. Bu ülkede yaşayan herkesin eşit vatandaş olması sindirilememiştir. Kürt sorununda da aynı sıkıntı var. Yani eşit vatandaşlık ilkesinin bu ülkede hayata geçirilememiş olması. Bugün ihtiyacımız olan şey işte bu geçmişle yüzleşmektir. Başbakan’ın Dersim ile ilgili sözleri bir başlangıç olabilir. 1915 ile de yüzleşeceğiz. İttihat ve Terakki içinde belli bir grubun gerçekleştirdiği bir uygulama var ve Osmanlı toplumunun da tasvip etmediği bir olay söz konusu. Bugün bu gerçekle yüzleşebilmeliyiz. Aynı şey bu ülkedeki tüm farklı toplumsal kesimler için de geçerli aslında. Yüzleşme süreci yeni anayasayı da daha sağlıklı bir zemine oturtur. Türkiye bu yüzleşmeyi her şeyden önce kendi vatandaşı olan Ermenilerle, Ermenistan ile ve dünyadaki Ermeni diasporasıyla yapabilmeli. Bunu yapabilirse Fransa gibi üçüncü taraflarla uğraşmak zorunda kalmaz. 

 

 

 

Kategoriler

Güncel Dink Davası