‘İki gücün çatışmasından bir temizlenme çıkabilir’

Geleceğin Nobel adayı olarak gösterilen Acemoğlu’nun Robinson'la beraber kaleme aldığı ve büyük yankı uyandıran kitabı 'Why Nations Fail?' Doğan Kitap'tan 'Ulusların Çöküşü' başlığıyla geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Daron Acemoğlu'yla hem aldığı ödülü hem de Türkiye gündemini konuştuk. Acemoğlu, son günlerde yaşanan gelişmelerden ötürü kaygılı da olsa, Gülen Cemaati–AK Parti çatışmasıyla yaşanan krizin bazı fırsatları da içerdiğini söylüyor.

FATİH GÖKHAN DİLER
fgdiler@agos.com.tr

24 Aralık günü Çankaya Köşkü'nde düzenlenen törenle dağıtılan 2013 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri'nde, müzik dalında ödül alan Ahmet Kaya'dan sonra öne çıkan diğer isim sosyal bilimler dalında ödüle layık görülen Daron Acemoğlu oldu.

Dünyanın en önde gelen iktisatçılarından olan ve şimdiden geleceğin Nobel adayı olarak gösterilen Acemoğlu İstanbullu bir Ermeni. Acemoğlu'nun James A. Robinson'la beraber kaleme aldığı ve dünyada büyük yankı uyandıran kitabı 'Why Nations Fail?' Doğan Kitap'tan 'Ulusların Çöküşü' başlığıyla geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Daron Acemoğlu'yla hem aldığı ödülü hem de Türkiye gündemini konuştuk. Acemoğlu, son günlerde yaşanan gelişmelerden ötürü kaygılı da olsa, Gülen Cemaati–AK Parti çatışmasıyla yaşanan krizin bazı fırsatları da içerdiğini söylüyor.

Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü sizin için ne anlam ifade ediyor?

Çok önemli bir ödül tabii bu, gurur verici bir şey. Cumhurbaşkanlığı’nın özel kalemi böyle bir ödüle layık görüldüğüme dair bana telefon etti. Böyle ödüllerin daha geniş bir gruba verilmesi bence Türkiye için de çok iyi bir şey. Ahmet Kaya olsun, ben olayım... Bir ‘açılım’ olarak görüyorum. Özellikle Ahmet Kaya’nınki çok daha açık. Teknik olarak da öyle, vefat etmiş biri çünkü. Benim içinse şaşırtıcı olan durum şudur: Başlangıcından beri AK Parti’ye karşı olumsuz bir bakış açım olmamıştı, Gezi Parkı olayları da dahil olmak üzere son zamanlardaki halindense çok rahatsızdım. Bunu New York Times ve Foreign Policy'deki yazılarımda da dile getirmiştim. Türkiye politikasının işleyişini düşünürseniz, böyle bir muhaliflik durumunda, AK Parti içinden gelmiş bir cumhurbaşkanından ödül almak genelde mümkün olmazdı. Ama işte Abdullah Gül ve çevresi bence Türkiye’nin bu genel işleyişini değiştirmeye çalışıyor. Partinin içinden biri değil de daha bir devlet adamı olarak davranmaya çalışıyor. Belki de bu şekilde, içinden geldiği AK Parti’nin de çizgisini yumuşatmaya çalışıyor ki bu bence çok önemli. Çünkü Türkiye birçok olayda, durumda ileriye doğru adım attı evet ama ‘kurumsallaşmak’konusunda atamadı.

Kurumsallaşma ile neyi kast ediyorsunuz?

Şunu demek istiyorum: Türkiye’de bundan önceki 50 yıl içerisinde askerler-bürokrasi ile onun çevresindeki kentsel sınıfın etkisi altındaydı... Şimdi bu güç kırıldıktan sonra yerine daha önceleri ekonomik ve siyasi güçten dışlanmış taşra kesiminin ve diğerlerinin geçmesi bence çok iyi bir şey. Ama yeterli değil. Çünkü eğer bir kurumsallaşma yoksa, bir zaman önce askerin ve bürokraside Kemalist bir grubun her şeyi yönetmesi, kendine yakın iş çevresine destek vermesi gibi, AK Parti iktidarı sürecinde de aynısı olur. Kurumsallaşma olursa etkisi azalmış gücün yerine kurumsal bir yapı gelir, yani askerin ve 'düşmanın' atadığı bürokrat, yargı, sermaye mensubu yerine daha bağımsız biri gelir. Dolayısıyla bu bağımsız kişiler güçlerini ve konumlarını kendi partilerinden ve politik eylemlerinden değil, uzmanlıkları konusunda otoriteler tarafından almış olsalar, bu da mevcut güçlerin ilerleyen süreçlerde yargıyı ve bürokrasiyi ele geçiremeyecekleri anlamına gelir. Kurumsallaşma daha doğru karar alınmasına vesile olur, politika içerisindeki kavgaları da daha yumuşatır. Velhasıl Türkiye’de kurumsallaşma çok büyük eksik ve konuya bağlayacak olursam: Bu ödül, kurumsallaşma yolunda bir adım.

Yaklaşık bir buçuk yıl önce Türkiye gündemini tartıştığımız bir röportaj yapmıştık. O dönemden bugüne gözlemleriniz neler?

Birkaç yıl öncesine kadar hayata geçirilen bazı yasalar, anayasanın değişmesi, ihale, atamalar düzenlemeler yasalar ilk adımlardı. Türkiye’deki politikada bu kadar dominant bir rol oynayan askeri bürokrasi kanadının kırılması belli bir kurumsallaşmaya doğru götürecekti. AK Parti’nin şu ana kadar güç tekelinin içinde olmayan birçok gruba açılım yapması, onlardan destek alması, iş tabanını genişletebilmesi –kolay olmasa bile bu adımlar devam edecek diye bir umut vardı. Ama son 4-5 senede gördüğümüz süreçte böyle olmadı. Kurumsallaşmanın ortaya çıkabilmesi için iki tarafın da biraz daha toleranslı olabilmeleri, eleştiriye açık olabilmeleri gerekiyor... Kurumlar o kadar hızlı bir şekilde AK Parti’nin kontrolüne girdi ki, kurumsallaşmayı gerektirecek adımlar atılmadı. Tam tersine birçok alanda kurumsallaşmaya dair adımlar geriledi. Türkiye’de şu an yolsuzluklardan bahsediliyor, en önemli destekleyici unsurlarından biri ihalelerdir, Türkiye bu konuda 2000’lerin başında önemli adımlar atmıştı. Ama bu kanunlar yavaş yavaş uygulanmamaya başladı. İhaleler konusu, sembolik olarak Türkiye’de neler olduğunu anlatıyor.

Yargı depremi, sizin çok önem verdiğiniz kurumların güçlenmesi bağlamında AK Parti adına ne ifade ediyor?

Bu meselede konuşulabilecek iki senaryo var, birincisi: AK Parti lider kadrosunda hiçbir zaman Türkiye'ye gerçekten daha kapsayıcı bir kurumsal yapı getirmek gibi bir plan yoktu. Demokrasi, kurumsallaşma ve kurumların kuvvetlendirilmesi gibi kavramlardan oluşan bir retorik, askere ve o dönem Türkiye'de dominant olan politik güce, yani onları dışlayan politik güce karşı olan çabalarında daha geniş bir destek almak için kullanıldı. Türkiye içinden, yurt dışından büyük bir destek aldılar ve bu retorik, kendileri zayıf bir pozisyondayken işe yaradı. Bir kere askerleri kışlalarına gönderdiler, yargı ve bürokrasi içindeki güçleri artırmaya başladılar, askerin de darbe tehdidi yaratacak gücü kalmadı ve artık buna gerek kalmadı ve kurumların kuvvetlendirilmesi adına ne kadar adım atıldıysa geri çekilmeye başladı.

İkinci senaryo ne?

İkinci senaryo biraz daha değişik. AK Parti kendi içinde büyük ve çok uçlu bir koalisyon ve bu koalisyon içinde olan hiç kimsenin gelecek adına böyle detaylı bir planı yoktu. Ama AK Parti içindeki koalisyonun tüm parçaları, önce asker ve çevresindeki Kemalist bürokrasinin Türkiye üzerinde olan ve kendilerini dışlayan gücünü azaltmak istedi ve bu konuda desteği de arkalarına aldılar. Bu süreç ilerledikten sonra çok daha zor kararlar ortaya çıktı ve iki olaydan dolayı, özellikle koalisyonun daha yanlış tarafları ön plana çıkmaya başladı.

Neydi onlar?

İlki, AK Parti, kurumsal olarak zayıf olan Türkiye'de bu kadar uzun bir süre iktidarda kaldığı ve kendi içinde de demokrasi zayıf olduğu için tamamen izole olmuş bir hale büründü. Ne doğrudur, ne yanlıştır, hangi konularda ne taviz vermesi gerekiyor, bunlara iyice karar veremeyecek duruma geldi. Bir liderin, Recep Tayyip Erdoğan'ın çok kuvvetli olduğu ve çevresindeki insanların ona eleştiri getiremeyecekleri bir yapı olduğu için eskiden sahip olduğu esnekliğini kaybetti. İkincisiyse, askerin 2000'lerdeki baskıları AK Parti liderlerinin korkularını iyice artırdı. Doğrudur, değildir, AK Parti liderlerinin aklında hâlâ bu korku var. Bu yüzden Recep Tayyip Erdoğan Mursi'ye karşı yapılan askeri darbeye bu denli yüksek tepki gösterdi, onun probleminin kendisiyle aynı olduğunu düşündü. Kurumlara da aynı şekilde güvenmiyorlar, kurumlar karşı tarafa yardım ederse bizim sonumuzun gelmesine yol açar gibi düşünüyorlar belki de… Böyle olunca da gücü kendi ellerine geçirdikleri zaman kurumları kuvvetlendirmek yerine kendilerini kuvvetlendirmeyi tercih ettiler. Bir kutuplaşma var ve bunu yenebilmek için bir özveri ve değişik bir perspektife ihtiyaç var. Bunlar AK Parti içinde demokrasi olmadığı için gelemiyor ve kutuplaşma giderek artıyor.

Bu iki senaryodan hangisi daha doğru sizce?

Birinci mi, ikinci mi bilinmez. Birinci kendi başına çok basit, komplo teorisi gibi bir şey. Bence durum iki senaryonun karışımı gibi.

Yolsuzluğun ortaya çıkması ve ardından yaşanan savaş Türkiye'nin geleceği adına ne söylüyor?

Yolsuzluk Türkiye’de yeni bir şey değil. Türkiye’de kitapta söylediğimiz sömürücü kurumlar her zaman vardı. Bu yolsuzluk halini alır, başka haller alır… Yolsuzluğun ortaya çıkması sonuçta iyi bir şey. Yalnız, şu anda olan yolsuzluğun ortaya çıkması değil, Gülen'le Erdoğan arasındaki bir çatışma deniyor. Yolsuzluk bunun içinde bir piyon olabilir ama buna rağmen doğru delillerle, doğru süreçlerle ortaya çıkıyorsa yolsuzlukların ortaya çıkması iyi bir şey. Bu iki gücün arasındaki çatışmadan bir temizlenme de çıkabilir. Ama kafamda olan soru işareti, aynı şey zamanında Ergenekon ve Balyoz'da da vardı. Ortaya çıkarılması gereken pislikler doğru bir amaçla başlayıp yanlış şekilde yol almaya başladı. Yolsuzlukta da bunlar olursa, Türkiye yolsuzlukla hesaplaşma şansı varken bunu da kaçırırsa diye korkuyorum.

Sizce bu çatışma bir temizlenme ihtimali barındırıyor mu?

Türkiye'de kurumların kuvvetlenebilmesi için AK Parti ve Cemaat arasındaki çatışmanın belirli sınırları geçmeye başlaması gerektiğini eskiden beri düşünüyordum. Ama yolsuzlukla mücadele doğru süreçlerle, doğru delillerle yapılmazsa diye kaygılanıyorum... AK Parti liderliğinin buna verdiği yanıt çok sorunlu. Yargı sisteminin bağımsızlığı ortadan kalktı. Olumlu olan durumsa bu yolsuzluklar çok açık bir şekilde ortaya çıktı. Bu süreçte ortaya çıkan güçler birbirlerini kontrol edebilirler. Ulusalcı, Gülenci, AK Partici, Kürt... Bizim 'geniş koalisyon' dediğimiz durum, bir ülkeyi, bir toplumu sistematik olarak tek güçle yönetmek yerine kurumsallaşma sürecine verdiği katkıdan dolayı çok yararlı. Ancak oluşacak bu geniş koalisyon sürecinden kurumlar güçlenerek çıkmazsa, bu yararlı olabilecek dönem çok kısa sürer.

Kategoriler

Güncel Gündem