OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Türkler ne kaybedecek?

Yönetim zihniyet ve pratiğinin yeniden tanımlanacağı ve yapılandırılacağı bir süreçten geçiyoruz. Daha doğrusu, bu sürecin başarılı olabilmesi, maksadın hasıl olabilmesi için ana hedefinin bunlar olması gerekiyor. Toplumun derinlerine kadar nüfuz et(tiril)miş milliyetçilik üzerinden bu süreci durdurmaya ve hatta geri döndürmeye çalışanlar var ve olacaktır. CHP-MHPgillerin, kendilerini Türk olarak tanımlayan kitleleri tahrik etmeye yönelik, hamasi, afaki ve manipülatif ifadelerine tanık oluyoruz. Bu ifadeler hamasi ve afaki çünkü siyaset sosyolojisi açısından, hadi onu da geçtim, basit mantıkla sorguladığınız anda altlarının boş olduğu hemen görülüyor.

İleri sürülen argümanlardan biri, bu sürecin Türk devleti ve milleti için bir teslimiyet anlamına geldiği iddiası. Fakat bunun nasıl bir teslimiyet olduğunu anlamak mümkün değil. Bu neden bir teslimiyet olsun ki? Kim neyi teslim ediyor? Kaybedilen nedir? Bu süreç başarıya ulaşırsa, kendilerini Türk olarak tanımlayanlar hangi haklarından mahrum kalacaklar? Bugün yaptıkları hangi şeyleri yapamaz hale gelecekler? Büyük tahrikçilermizinden, pardon tarihçilerimizden biri, “Birileri ‘Kürdüm’ diyecek diye Türklük’ten çıkmam” diyesiymiş. Kim ona “Türklük’ten çıkacaksın” demiş? Başka birileri “Kürdüm” deyince o nasıl Türklük’ten çıkmış olacakmış? Böyle bir şey mümkün mü? “Ben Türk’üm” diyene yasak mı gelecek? Okullarda Türkçe müfredat mı kalkacak? Türkler çocuklarına istedikleri isimleri koyamayacaklar mı? Yerlerinden, yurtlarından mı sürülecekler? Ne bileyim, Türkler seçme seçilme hakkından mı mahrum kalacak? Seyahat özgürlükleri kısıtlanacak da bugün gittikleri yerlere gidemeyecekler mi? Tabii ki hiçbiri. Bunları düşünmek bile abes. E, öyleyse? Teslimiyet iddiasının hiçbir somut temeli yok. Sadece, başkalarının da hakkını hukukunu tanımayı teslimiyet olarak gören çarpık bir zihniyet var. Vazgeçilen şey, olsa olsa, Türklüğü kendine kılıf yaparak başkaları üzerinde tahakküm kurma pratiğidir. Geçenlerde IMC TV’deKİ Mercek Altı programında verdiği röportaja rastladığım bir gazi, en güzelini söylüyordu: “Benim kimliğim üstünden kimse kimseyi ezmeye kalkmasınİ”

Aynı çevrelerden gelen benzer bir iddia da, son Nevruz görüntüleriyle birlikte ülkenin bir kısmında devlet egemenliğinin ortadan kalktığıdır. Bu ancak, egemenliği kaba bir güç siyasetini uygulayabilme yetisi olarak algılayan, siyasetçi olmuş ama siyaset sosyolojisinden hiç nasiplenmemiş bir zihnin düşünce şeklidir. Daha önceki Nevruzlarda gördüğümüz üzere, kalabalıkların üzerine panzer sürüp üçünü-beşini ezince orada egemen olduğunu zanneden kafa bu. Halbuki, egemenliğin en büyük dayanağı meşruiyettir. Meşru olmayan egemenliğe literatürde istibdat, otokrasi, sömürge gibi çeşitli isimler verilir. Demokrasilerde meşruiyetin kaynağı da yönetilen topluluğun kendisidir. Yani devletin idaresi altında bulunan insanların onun yönetme yetkisini kabul etmesi, bunu kafalarında ve gönüllerinde bir hak olarak görmesidir. Başka bir deyişle, egemenlik insanların kafalarında ve vicdanlarında başlar. Dolayısıyla, bu açıdan bakıldığında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin idaresi altındaki coğrafyada bir egemenlik sorunundan söz edilecekse, bunun tarihi son Nevruz’dan çok çok daha eskidir ve içine girdiğimiz süreç, tam tersine, egemenliğin yeniden tam manasıyla tesisi için çıkılmış bir yoldur aslında; ama bu sefer belli bir milli veya dini kimlik dayatması üzerinden değil, bütün yaşam ve varoluş biçimlerini tanıyan ve onları hiyerarşisiz bir yapıda yaşatmayı görev kabul etmiş bir yönetim anlayışı temelinde. Hükümetin kafasındaki tam bu mudur, tartışılIr ama hedef bu olmalıdır.

Bir de şehit ailelerinin bu sürecin kazananı olmadığına dair sözler çalındı kulağıma. Şehit aileleri artık nasıl kazanan olabilir ki? Onların kayıplarını hangi güç telafi edebilir ki? Devlet, onlara yapılabilecek en büyük kötülüğü yaptı zaten. Oğullarını, kocalarını, babalarını onlardan çekip aldı ve haksız ve gereksiz bir savaşta, kendi hâkimiyeti uğruna, gözünü kırpmadan harcadı. Bu yetmezmiş gibi, bir de onların çaresiz acılarını istismar etmek, daha fazla insanın ölmesinin gerekçesi olarak göstermek hiç de ahlaklı değil. Aslolan, daha fazla insanın ‘şehit yakını’ olmaması için gerekenleri yapmaktır.