BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

Bakalım sonu nereye varacak

Dört gözle beklenen kar gelmedi hâlâ, şimdilik yağmurla yetiniyoruz, belki yağar daha, Mart ayı çıkmadı. Dert ediyoruz tabii, susuzluk var ufukta ama Mart sonunda zorlu bir kar yağması pek de iyi olmaz bence. Sahte bahara inanıp çiçeklenen ağaçlara yazık olur, bir de adım başı çoluğuyla çocuğuyla yerlerde sürünen Suriyelilere. Caddelerin, sokakların tüm kaldırımları, yoğun trafikteki arabaların arası, dilenen Suriyelilerle dolu. Bakalım nereye varacak sonu.

Anlamıyorum ki, savaş mağduru çaresiz insanların sınırı geçip ülkemize sığınmasını sağlamakla iş bitiyor mu? Onca insan ne yapacak? Nerede, nasıl barınacak, nasıl yaşayacak? Bunu düşünen yok mu? Aç sınırı, al içeri, öylece, başıboş salıver ülkeye. Bu mudur yani? Ortalıkta yüzlerce dilenen Suriyeli var. Çocukların çoğu, kelle koltukta, atıveriyorlar kendilerini arabaların önüne. Dört-beş yaşında çocuklar, trafiğin arasında yere yatıyorlar, eziliverecekler. Ama zaten araba çarpmasa da hastalanıp ölecekler. Sanki resmen, çokça olan çocukların kimini gözden çıkarmışlar.

Kaldırım kenarında oturan her kadının kucağında bir bebek var. Kalabalık artınca bebeğin ayağındaki çorabı çıkardığını gözlerimle gördüm birinin. Daha çok yürek sızlatsın diye. Kendi çocuğu bile değildir belki, kim bilir... Yoksa kendi çorabını çıkarıp onun ayağına sarmaz mıydı? Ayrıca, nasıl oluyor da o kucaktaki bebekler sabahtan akşama kadar uyuyorlar? Onlar uyusun diye neler veriyorlarmış... Bu yüzden bir dolu çocuk ölüyor, kimsenin umurunda değil. Nasıl bir savaş zulmünden kaçmadır bu? Nasıl bir insafsızlıktır?

Anlamadığım bir şey daha var. Sınır nerede, İstanbul nerede? Buraya kadar nasıl geliyorlar? Ayrıca, niye çoğu İstanbul’a geliyor/getiriliyor? Yoksa hâlâ taşı toprağı altın mı sanılıyor? Ekmeğini taştan çıkarmak da dilenmek oluyor zahir. Gerçi dilencilikte çok para var, neredeyse ciddi anlamda bir meslek oldu artık. Kışı soğuğu olmasa çok da kolay, oturursun kalabalık bir köşeye, yüzüne acılı bir maske takar, avucunu açarsın. Oldu bitti. Hele bir de gözle görülür bir sakatlık, feci bir yara falan ayarladın mı, tamam. Öyle güzel yara makiyajları yapılıyor ki aklınız durur. Sakatlıklar bile ayarlanabiliyor.

Geçenlerde cep telefonuyla çekilmiş bir video gönderdiler, inanamadım. Adamın biri, bir üst geçitte oturmuş, bacaklarının dizden aşağısı kesik. O kesik kısımlar yürek parçalayacak şekilde açıkta duruyor, elinde bir çanak tutmuş, gelen geçen içine para atıyor. İki muzip kız, çanağın içine minik bir kurbağa atıyorlar. Hayvan aniden yüzüne doğru sıçrayınca, adam korku içinde ayağa fırlıyor ve küfür ederek kaçıyor. O kesik et görünümündeki kısım, gayet de sağlam olan dizlerine takılı sahte bir parçaymış, iyi mi? Neyse...

Ama o işin de kendine göre bir raconu var, öyle kafana göre takılamazsın. Her semtin, caddesinin, sokağının kendi dilencileri vardır. Ben Esayan’da öğretmenken, Taksim’de her sabah aynı saatte aynı kaldırımda okula doğru yürürdüm. O kaldırımda konuşlanan, biri kör, biri topal iki dilenci de aynı saatte işe çıktıklarından, aynı noktada yollarımız kesişirdi. Birbirlerine ve bana “Hayırlı işler” derlerdi. O sonradan çıkmalar bu meslekte pek hoş karşılanmaz. Zaten daimi dilencilerimizle, sığınmacı dilencilerimiz sıkça kapışıyorlar.

Bir de “Nerede yatıyor bunlar?” meselesi var. Bir arkadaşım geçen gün Tarlabaşı’ndaki eski okulunun bulunduğu sokaktan geçiyormuş; nostaljileri tutmuş, biraz okulun önünde oyalanmış. O sırada yanında bir minibüs durmuş. İçinden balık istifi gibi tıkılmış, her yaştan tam 25 kişi inip beş dakikada çil yavrusu gibi sağa sola dağılıvermişler. Merak edip şoföre sorduğunda, “Abla, bunlar Suriyeli, dam altına getirdim” cevabını almış. “Dam altı” dediği, o malum kentsel dönüşüm projesi için boşaltılan evler. E sonra? Onlar ertesi sabah itibariyle rastgele dilenmeye çıkacaklar. Akşam da uygun gördükleri damların altında uyuyacaklar. Tabii, tinercilerin konuşlandığı damlar olmayacak bunlar herhalde.

Aralarından bazıları çat pat Türkçe biliyor, bazıları hiç bilmiyor. Onlar için, bazı yardımseverler, bir kâğıda mesela “Sürüya’nın zülümündan gaçtıh” gibi bir şeyler çiziktiriyorlar. Ama çoğunun bir şey belirtmesi gerekmiyor. Mesela Osmanbey’de konuşlanan üç çocuklu bir aile var, onlar yalnızca yanlarından geçen herkese, dokunaklı bir sesle “Suriyaaa” diyorlar. O kadar.

Son zamanlarda bir dolu Afrikalı vatandaşımız vardı ki onlardan hiçbirinin dilendiğini görmedim. En azından işportacılık falan yapıp bir şeyler satıyorlar ve de Kurtuluş Sondurak’ta bir mahalle oluşturdular. Şimdi de Suriyeli dilenen vatandaşlarımız oldu ve de Tarlabaşı’nda bazı damları var. ‘Vatandaş’ diyorum, çünkü çoğuna bu hak veriliyormuş. Niye? Seçimde oy kullansınlar diye. Seçimden sonra ne olacak peki? Allah bilir. Hele bir seçilelim de...