BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

Yüz yıllık toz

Siz hiç yüz yıllık bir toza dokundunuz mu? Öyle garip bir duygu ki... Anlatacağım. Ama başka bir konudan oraya bağlayacağım.

TV kanallarından birinde ilginç bir belgesel var. Ünlü ressamlara ait oldukları iddia edilen tabloların sırları araştırılıyor. Diyelim ki vaktinde bir müzayededen satın alınmış ya da miras yoluyla elde edilmiş, imzalı veya imzasız bir tablo var. Uzmanlar onun sahte mi, yoksa bir servet değerinde mi olduğunu saptamaya çalışıyorlar. Zira tarih boyunca, tuvalden boyanın cinsine, kıvamına, incelticinin kalitesine, hatta fırça darbelerinin yönüne kadar, ünlü ressamları taklit edebilen bir dolu başarılı kopyacı olmuştur.

Bu yüzden öyle detaylı ve titiz bir inceleme yapılıyor ki, kriminal bir laboratuvar çalışması sanırsınız. Haftalarca, aylarca oradan oraya koşturup, bir dolu işleme tabi tutarak didik didik ediyorlar tabloyu. Bazen harcanan tüm emekler boşa gidiyor, bazen de sahibine bir servet kazandırıyor ki bu da çok ender oluyor. Çünkü sanat dünyasının, tüm uzmanlarının da üstünde olan bir baş eksperlik makamı var. Babadan oğula geçiyor bu makam ve son sözü, o makamı işgal eden kişi söyleyebiliyor. Her bir uzman, her bir delili inceleyip kesin “Evet” dese de, o tek adam “Hayır” dedi mi her şey yerle bir oluyor. Uzatmayayım, çünkü dedim ya, konum bu değil. Ama buradan yola çıktım ve de detay mutsuzuyum. E bir de serde ressamlık var ne de olsa, birçok insanın evinde tablom var. Şimdi ünlü münlü değilim ama belki yüz yıl sonra ünlenirim, ne malum?

Kardeşimle bu programa merak sardık. Bazen birlikte izliyoruz, bazen de izlerken, bir yandan telefonla konuşup yorumlar yapıyoruz. Derken, bir gün aniden, aklımıza babamın sülalesinin, malum olaylar sonrası Mudanya’dan teknelere doluşup İstanbul’a kaçma öyküsündeki baş aksesuar olan ünlü ayna geliverdi. Hani babaannem Eftik Yaya’nın, varını yoğunu olduğu gibi geride bırakıp yanına aldığı tek şey olan o koca duvar aynası... Geçen yıl ‘Suskunlar’ başlığıyla yazmıştım bu konuyu, belki hatırlayan olur. Hani sevgili Aris Nalcı’nın Radikal gazetesinde çıkan ‘Akabi’nin Hikâyesi’ adlı yazısında anlattığı olayla bire bir örtüşmüştü ve ortak bir geçmişimiz olduğunu fark edip de buluşmuştuk, size de anlatmıştım. Hatta onların izini kaybettiği Blanş adlı köpeğin benim dedemlerin bulunduğu tekneye alınıp İstanbul’a getirildiğini ve ömrünün sonuna kadar onlarda kaldığını da yazmıştım.

Aris’le sıkça gözlerimiz dolarak yaptığımız o sohbette, büyüklerimizin kesinlikle geçmişte birbirinin yakını, ya da en azından kapı komşusu olduğundan emin olmuştuk. Çünkü kanıt vardı. Gidenlerin peşinden denize atlayan sadık köpek Blanş ve Eftik Yaya’mın aynası. Benim sonradan öğrendiğim bu ayna meselesini anlatınca, “Ah, evet” demişti Aris, “Yayamın, birinden ‘Sanki en önemli şeymiş gibi koskoca aynayı tekneye taşıdı’ şeklinde söz ettiğini hatırlıyorum.”

İşte söz konusu ayna, o ayna. Şimdi kardeşimde duruyor, üstelik hiç de itibar görmüyor, duvara asılı bile değil, duvarla dolap arası bir köşede öylece duruyor. Çünkü güzel bile değil. Eski püskü ve de çok ağır. O, ne yapılacağına karar verilemeyen ve hatıra diye atılamayan kimi objeler gibi. Ama bu çirkin ayna koskoca bir tarih barındırıyor özünde. Ki öyle olduğunu, saklamaya karar verdikten nice sonra öğrendiydik, büyüklerimizin geçmişe dair suskunluğu yüzünden. Geçen gün aniden heveslenip, arkasındaki tahtayı çıkarıp içine bakmaya karar verdik. Bazen neler çıkıyor oralardan.

Koyduk aynayı masanın üstüne. Hem kendi ağır, hem çerçevesi, hem de arkasındaki tahta. Sık çakılmış incecik çiviler yüz yıl içinde adeta gömülmüş. İtinayla tek tek yandan kanırtarak çıkardık. Ne bekliyorduk bilmem. Belki bir kâğıt parçası, bir not, bir işaret, onu değerli kılacak bir şey... Ne olursa olsun, geçmişten bir iz. Ne kadar sıkı kapatılsa da toz dolmuş tabii içine. Sağ alt köşede hayal meyal bir çizim ilişti gözümüze. Parmağımızla hafifçe araladık, yuvarlak bir damga vardı. Ortasında bir haç figürü, etrafında da bir İngiliz firmasının logosu, 1800’lerden kalma. Belki de değerli bir şeydir, kim bilir...

Bir güzel silip temizlemek istedik önce. Tam davranacakken bir şey durdurdu bizi. Geçmişin kokusunu aldık birden, ürperdik; eski ev gibi, tütsü gibi bir şeydi. Garip bir duygu sardı benliğimizi. Ne yapacaktık o tozu? Nereye atacaktık o yüz yıllık tozu? Nasıl kıyacaktık koca bir tarihin tanığına? O toz değerliydi. Toz olan nice atanın kemikleri gibi. Kenara ittiklerimizi tekrar yaydık, sevgiyle kapadık tahtayı, çivileri aynı deliklerden geri çaktık ve o tarihi tozu olduğu yerde bıraktık. Birden önem kazanan aynayı nereye koyacağımızı bilemedik. Parmağımızın ucuna bulaşan tozları ise uzun süre yıkayamadık ve gözyaşlarımızı birbirimize göstermedik.