Şiire verilen paye,2011 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Tomas Tranströmer için küçük,insanlık için büyük bir adım…
Berrin Karakaş
Kitap Kirk, Kasım 2011
Ölüm uzundur seyirlik, doğa da öyle. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayıp öldürüyor insan atası doğayı; ağacı, toprağı, suyu, havayı… Ölüm kendisine hiç gelmeyecekmiş gibi dikizliyor ekranlardan savaşı. Unutmak, uzundur en büyük devası insanın; belası… Hakikat uzundur bir uğultu… Şiir uzundur umut… fiairin inadı inat…
20 yıldır Tomas Tranströmer’in dudaklarından dökülen kelime sayısı 20’yi geçmiyor. 1990’da geçirdiği beyin kanamasıyla gelen felç dahi, bir köşede sessizce oturtmuyor şairi. Yazmaya devam ediyor 80 senedir biriktirdiklerini. Nobel Ödülü sonrası hislerini almaya kendisine uzanan mikrofonlara, felçten arta kalan sol elini kelimeler kadar değerli piyanosunun siyah beyaz tuşlarında gezdirerek, notalarla cevap veriyordu Tranströmer. Hastalığından sonra ilk şiirlerini müzikle söylediği gibi…
1996’da yayımlanan The Sorrow Gondola kitabı, ismini ve cismini Litsz’in, damadı Wagner’in ölümüne yazdığı ‘Lugubre Gondola No 2’ eserinden esinliyordu. Wagner’e gece üçte Venedik’teki balkonda seslenen ve en büyük eserlerinden ‘Tristan and Isolde’yi yazdıran gondolların gıcırtısıyla aynıydı belki de Tranströmer’in kederli gondollarının gıcırtısı. Değil mi ki müzik şiirin kan kardeşiydi ve Tranströmer’in şiiri de piyanonun tuşları gibi siyahla beyaz arasında bir gezintiydi. Bergman’ın, Jung’un topraklarından, kuzeyin ışıltılı yazlarından, kara, kapkara kışlarından, ölümle yaşamın kavgasından, ölümden sonrasından, tomurcukların doğuşundan, rüyalardan, uyanıştan, insanlıktan, insanlıktan çıkaranlardan, camdan ofislerinde sıkılanlardan, bir caddede ölüverenlerden, sokaklardan, trenlerden, ormanlardan sesleniyordu şair.
Şiirle buluşmamız tansıkla buluşmadır
İsveç Akademisi bu sene ödülü Tranströmer’e veriş sebebini “Şair Tranströmer’in anlatımları gerçeğe yeni erişimler sağlar” diyerek bildirdi kısaca. Günlük hayatın hızından, kaosundan şairin metaforlarıyla aydınlanan insanlıktan bahsetti. Kablolu kablosuz gerçeğe erişimin bunca kolaylaştığı bir zamanda aynı hızla uzaklaşıyorsa gerçek, şairlere yakınlaşmalı demek ki insan. 2004 tarihli, ödül sonrasında yok satan son kitabı The Great Enigma’daki ‘Night Duty’ şiirinde “Dil cellatlarla birlikte yürümekte. Bu yüzden yeni bir dil edinmek zorundayız” diye uyaran Tranströmer’i iyi dinlemeli. Değil mi ki şairler dünyanın yeni sözlüğünü yazmak için o büyük boşlukta emeklemeye her seferinde taliptirler.
Şiirin doğası üzerine yazdığı Poetika/Logos kitabında, ‘The Great Enigma’daki haikulara yakışacak, haikunun büyük ustası Matsuo Başo’nun “Çam ağacını öğrenmek istiyorsanız/Çam ağacına, bambuyu öğrenmek/İstiyorsanız bambuya gidin/Kanılarınızı bir yana bırakın” şiiriyle açılan ‘fiiirle Buluşmamız Tansıkla Buluşmadır’ başlığı altında İlhan Berk’in yazdıklarını alıntılamak isterim tam burada; “fiiirle buluşmamız (ki tansıkla buluşmadır bu) neredeyse dünyaya yeniden gelmektir. Bu da her şeyi yeni görüyor, dokunuyor, öğreniyoruz demektir. Bu tavrı da koymaktır. Bu gene şimdiye değin dünya, insanlar, nesneler üstüne bütün bildiklerimizi bir yana atarak, ordan bakmaktır. Öte yandan bunun aynı zamanda büyük bir boşluğa düşmek; orda emeklemek, bocalamak olduğu da açıktır (Değil mi ki dünyaya yeni geliniyordur). Hem şairler, dünyanın yeni sözlüğünü yazmak için bunu her seferinde üstlenmişlerdir. Yazmak istenen şeyle araya başka hiç mi hiç bir şey sokmamak, yalnız onunla olmak, onu görmek, onu yaşamak; ondan ayrı düşmemek için buna gerek vardır. fiiiri çırılçıplak karşılamak! fiairler şiirle her buluşmada bunu yaşarlar.”
1990 yılında Tam Lin Neville ve Linda Horvath ile yaptığı söyleşide şiirlerindeki doğayı tam da böyle anlatıyor Tranströmer. Doğanın güzelliği bana çocuk gibi geliyor diyor. Çiçeğe, böceğe, deniz kabuklarına bir bilim adamı gözüyle değil de bir çocuğa bakar gibi baktığını söylüyor. Aynı söyleşide, 2. Dünya Savaşı sırasında yaşanmış çocukluğunu anlattıktan sonra politikaya da ideolojiler açısından değil, insan tarafından baktığının altını çiziyor. 2. Dünya Savaşı’nda tarafsız olmasına rağmen dört tarafı sarılmış ve yalnızlaştırılmış İsveç’te küçük bir filozof gibi konuştuğunu ve kesinlikle müttefiklerin yanında yer aldığını anlatıyor. Küçük filozofun büyüdükten sonra ilk işiyse, 1954’te yayımlanan ve ödül kazanan ilk kitabı 17 Poems’den kazandığı parayla dünyaya açılmak oluyor. Adorno’ya atfedilen “Auschwitz‘den sonra şiir yazılamaz” sözünün gölgesinde bir seyahat belki…
Bu uzun seyahat döneminde Türkiye’ye de uğruyor şair. Bir de şiir bırakıyor İzmir’e saat 3’te. ‘İzmir Saat Üç’, “Hemen hemen bomboş sokakta az ileride/iki dilenci, birisi tek bacaklı/ötekinin sırtında taşınıyor” diye başlıyor. İtalya, İspanya, Yugoslavya, Portekiz derken memleketi İsveç’e döndüğünde, şairliğin yanına psikologluk mesleğini de ekliyor Tranströmer. Hapishanedeki çocukların, bakım evlerindeki hastaların, bağımlıların ruhlarını sağaltmaya bakıyor; “ışıltılı” yaşamın dışarıya çıkarttıklarının içlerine…
Tranströmer’in politikaya insanın gözünden bakmak, derken ne kast ettiğini 1974’te yayımlanan müzikli ve epik kitap Baltics’te görmek mümkün. Sovyetler Birliği döneminde Litvanya, Letonya, Estonya’yı gözlediği şiirlerinde “her daim kontrol altında, akılları fikirleri acil çıkışlarda, sohbetleri arkadaşlığın ne demek olduğuna dair” insanları görebiliriz demir perdenin arkasında.
1986’da The Washington Post’a, Elizabeth Kaslor’a verdiği söyleşide, 60’ların sonu ve 70’lerin başı itibariyle varolan “politik şiir” baskısından bahsediyor Tranströmer ve psikolog olmasının altını çizerek politik şiir yazmadığı için diğer meslektaşları gibi bir vicdani sıkıntı duymadığını söylüyor. 1971’de Nobel Barış Ödülü’nü Neruda’nın alması Tranströmer’in bahsettiği, dönemin “politik şiir” ilgisine dair bir gösterge olabilir. Neruda, 1953’te aldığı Stalin ve Lenin Barış Ödülleri sonrası, Nobel’e layık görülmüştü.
Aynı söyleşide sıklıkla Amerikalıların sorduğu “Mesleğiniz şiirinizi nasıl etkiliyor?” sorularından ve şimdiye kadar “Şiiriniz mesleğinizi nasıl etkiliyor?” diye soran olmadığından bahsediyor Tranströmer yakınarak. Çünkü şairin en birinci mesleği şairliktir. Şair için şiir, “Şiir bitti” diyenlerin hızla çoğaldığı zamanlarda Schiller, Schlegel, Hölderlin, Schelling gibi romantiklerin yaptığı gibi şiiri nerdeyse Tanrı katından konuşturandır. Mallarme gibi kendi isminin dahi önüne geçirendir. Çünkü şair bilir, başlangıçta şiir vardır. Ve Octavia Paz’ın büyücüsü, Baudlaire’in simyacısı şair, sözcüklerin ve hakikatin büyüsüyle, gelecekte de hep var olacaktır.