BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

Değerbilmezlik illeti

Orta yaşa gelip de, onca yıllık çalışmanın karşılığını alarak, rahat rahat yaşamak, gönlünce gezip tozmak, hobilerinin peşinden keyfince koşmak yerine, günlük geçimi için hâlâ çalışmak zorunda olan birçok insanın en çok özendiği şeylerden biri de nedir, bilir misiniz? Biraz nefes almak için, boş zamanı ve parayı aynı anda denkleştirmeye çalışmadan, yanına ne alacağını şaşırıp, belki hiç kullanmayacağı şeyleri tıkıştırdığı bir valizi çekiştirmek zorunda kalmadan, içine bir pijama, bir yedek kıyafet koyduğu küçük bir çantayla, atlayıp bir uçağa gidebilmek. Bir haftasonunu “Bu kadarcık bir süre için bu kadar para harcamaya değer mi?” diye düşünmeden, gönlünün çektiği bir yerde geçirebilmek. Şehrin gürültüsünden uzaklaşarak, “Oh, dünya varmış” deyip ferahlayabilmek.   

Geçen haftasonum öyle geçti dostlar. Valla, ben de Bodrum’daydım. Bir haftasonu olsun şöyle rahat bir nefes almak için değil de, ağır bir ameliyattan çıkan sevilen bir dostu ziyaret için gitsek de, hatta birikmiş uçuş millerimizi kullanıp bilet parası vermesek de, sırf elimde küçük bir çanta var diye, özellikle uçağa binip inerken, kendimi iki günlüğüne o ‘tuzu kurular’danmış gibi hissettim. Üstelik, yaz aylarında tıkış tıkış olan Bodrum, son derece sakin, sessiz, adaların kış döneminden halliceydi. Yağmur bile vardı ama hiç bizim sokakta olduğumuz saatlere denk gelmedi. Tabiat ana o açıdan bizi biraz kolladı diyelim.

Bu durumda, malum hengâmesinin seline kapılmadan, Bodrum’u çok iyi bilen, hem de ta o elektriksiz zamanlarından beri tanıyan eski bir Bodrumluyla birlikte gezdik. Birçok İstanbullu gibi benim de defalarca gitmişliğim vardır Ege’nin bu güzelim beldesine. Ama patırtıdan pek hoşlanmayan yapımdan dolayı, genelde merkezden uzak bölgelerinde bulunmayı tercih etmişimdir – hep yaz dönemleri olduğundan, denizinin güneşinin büyüsüne kapılıp, yakın ya da uzak geçmişine pek de dikkat etmeden…

Mesela, Cevat Şakir’in de yattığı hapishanenin önünden kim bilir kaç kere geçmiş olmalıydım ama ilk kez ilgiyle baktım. Bahçe içinde güzel bir binaydı da, o yıllarda, yani orası kuş uçmaz kervan geçmez, ulaşımı zor bir diyarken nasıldı, bilemem. Sokak aralarında dolaşırken, bir ara, dostumuz Yücel Abi, “Bak, şu küçük evi görüyor musun? Cevat Şakir’in yaşadığı evdi” deyince, yine hafiften bir cız etti yüreğim. Üzerinde belirleyici hiçbir işaret bulunmadığı gibi, Sultanahmet Köftecisi olmuştu.

Ben “Yahu, ne değer bilmez bir ülkede yaşıyoruz biz” diye söylenmeye başlayınca, “Dur sen hele, bak şimdi sana ne göstereceğim” dedi ve yine kim bilir kaç kere etrafında dolanmış olsam da varlığının farkına varmadığım binayı gösterdi. Meydanın orta yerinde, birkaç metre yüksekliğinde kallavi taşlardan meydana gelen, damı bile olmayan bir bina kalıntısıydı bu. Her tarafında, üzerinde ‘Restitüsyon Çalışması’ yazan yaftalar vardı. Ve de aynısının yapılabileceği düşünülen eski görkemli halinin fotoğrafları, yani 200 küsur senelik Aya Nikola Rum kilisesinin fotoğrafları... 60’lı yıllarda, canım devletim ani bir öfkeye kapılarak, hadi biraz hafifleterek ‘korkuya’ diyelim, yıktırıvemiş. Yunanistan’ın buralarda kalan bir tutam Rum için yeni bir Vatikan kurması ihtimalinin korkusuyla...

Bir süre sinema olarak kullanılmış, sonra dinibütün ve başka dinlere saygılı olmakla övünenler, orada mihrap varken eğlenmeyi günah sayıp mihrabı yıkıvermişler, sanki mihrap yıkmak günah sayılmazmış gibi... Sonra bilumum şeyler deposu ve kayıkhane olmuş, sonra da kitabına uydurup yıkmışlar. Nasıl mı? Kolay olmamış tabii, zira önce tarihi eser olmasından çekinmiş, Yunanistan’ın misilleme yapmasından endişelenmişler. Bunun üzerine, Muğla’dan gelen bir bilirkişi, binanın Nikola adında biri tarafından yapıldığını ve hiçbir tarihi değeri olmadığını, üstelik ‘mail-i ihtidam’ (yıkılma tehlikesi) yarattığını belgelemiş. Ve de o ‘mail-i ihtidam’ altındaki binayı, ne ettilerse yerinden oynatamamış, gümbür gümbür dinamitle yıkmışlar. Şu kararlılığa bakın... Yine de, en alttaki iki metrelik duvar dimdik kalmış.

Üzerini kaplayıp, kat neyim de çıkıp, Halk Eğitim Merkezi olarak kullanılan, çirkin mi çirkin bir bina yapmışlar. Belki de o haliyle görmüştüm vaktinde de, o yüzden ilgimi çekmemişti bugüne kadar. Uzatmayayım, şimdilerde o da yıkılmış, 200 küsur yıl önceki güzelim ilkelliğiyle, kale duvarı gibi sağlam dört duvar yeniden ortaya çıkarılmış. Sözde eskisi gibi yapılacak. Allah bilir ne zaman. Oraya buraya ‘restitüsyon’ yazmışlar ya, hele şimdilik dursun. Başka bir dolu yerde vardı o ‘Restütisyon’ yaftası. Valla, ben bile zor belledim bu kelimeyi. Bu, ‘eskisinin aynısını yapacağız’ vaadi oluyor. Ben her gördüğümde ‘dostlar alışverişte görsün’ yaftası diyordum, zira hiçbirinde bir hareket yok. Hele biri beni öyle etkiledi ki, burada kısaca anlatmaya gönlüm elvermedi, haftaya yazacağım. Şu kadarını söyleyeyim ki, ülkemizde ne tarihin, ne canın değeri var. Devamı haftaya...