Ahmet İnsel: İsviçre’de tehdit oluşturmayan inkârcılık, Türkiye’de büyük tehdit

Ahmet İnsel, AİHM Büyük Daire’nin kararının beklendiği Perinçek- İsviçre davasını ifade özgürlüğü ve inkarcılık ekseninde değerlendirdi: İsviçre’de tehdit ve tehlike oluşturmayan inkârcılık, esas Türkiye’de büyük bir tehdittir. Hem de çoğu zaman kamu görevlilerinin sevecen bakışları altında var olan, koruma bulan bir yakın ve açık tehlikedir.

Birikim Haftalık'ta yer alan 'Strazburg akıncıları' ve inkarcı tehlike' yazısında Ahmet İnsel, geçtiğimiz hafta AİHM’de görülen karar davasında ifade özgürlüğü kisvesi altında bir araya gelen, HDP dışında mecliste grubu bulunan partilerin milletvekillerinin de katıldığı ‘milli inkâr ittifakının temsilcilerinden’ bahsediyor; AİHM 2. Dairesi’nin 13 Aralık 2013’de yayımlanan temyiz kararındaki ayrıma dikkatçekiyor: "Mahkeme söz konusu olayın soykırım olup olmadığı değerlendirmesine hiçbir şekilde girmeyip, Perinçek’in inkârcılığa yaklaşan bir tutum sergilediğini kabul ediyor. Ancak Konvansiyonun itici, kışkırtıcı, aykırı düşüncelerin ifade edilmesini de ifade özgürlüğü kapsamına aldığını hatırlatıp, ifade özgürlüğünün sınırlandırılması ile ilgili şu soruyu soruyor: İsviçre hükümetinin iddia ettiği gibi, davalının cezalandırılması 2006 yılında İsviçre’de “vazgeçilmez bir toplumsal ihtiyaç” mıydı? “Başvuranın kullanmış olduğu ifadelerden dolayı cezalandırılması İsviçre gibi demokratik bir toplumda gerekli miydi?”"

Ahmet İnsel’in yazısının tamamı şöyle:

Birikim Haftalık’ta Kıvanç Koçak’ın Türkiye’de inkârcılık söz konusu olunca hemen oluşan milli mutakabatın fotoğrafını mizahla yorumlayan yazısını (link) okurken aklıma geldi. Tarihte işlenmiş ağır bir suçu ifade özgürlüğü kılıfı altında inkâr etmek üzere oluşmuş bu milli inkâr mutabakatının ortaya çıkmasını kolaylaştıracak girişimleri, bundan dokuz yıl önce, 10.5.2006’da Fransızcası Liberation’da, Türkçesi Radikal’de aynı gün yayımlanan dokuz imzalı bir yazıda eleştirmiştik (link).

Fransa’da Ermenilerin bir soykırıma maruz kaldıklarını açıkça inkâr etmenin suç olmasını öngören bir yasa tasarısı meclisteydi. Ondan bir yıl önce, 2005’de, Doğu Perinçek İsviçre’de düzenlenen üç toplantıda konuşmuş ve Ermeni Soykırımı’nın bir uluslararası/emperyalist yalan olduğu iddiasını tekrarlamıştı. Bu konuşmaların ilkini takiben İsviçre-Ermenistan Derneği Perinçek hakkında ırk ayrımcılığı yaptığı gerekçesiyle dava açmıştı. Sonrası malum.

2006’da aralarında Hrant Dink’in de olduğu dokuz kişi, yukarıda bahsettiğim metni yayımlarken, vurgulamak istediğimiz iki nokta vardı. Birincisi, ifade özgürlüğünü sınırlamanın, velev ki bu bir soykırım inkârcılığı olsun, tabuların kırılmasına değil, tabuların kemikleşmesine yol açabileceğini belirtmekti. Suç, Ermenilerin maruz kaldıkları katliamın bir soykırım olduğunu inkâr etmek değil, bu katliamların yapılması gereken, doğru, haklı eylemler olduğunu iddia etmek, yani suçu açıkça ve doğrudan övmek olmalıdır. İşlenmiş bir suçu övmenin yanında, halkı kin ve düşmanlığa doğrudan tahrik etmek suçudur bu. Benzer eylemin yeniden işlenebileceğini ima etmek demektir. Bu da, örneğin Türkiye’de yapıldığında, Türkiye’de bugün yaşayan Ermenilerin kendilerini yakın ve açık bir tehdit altında hissetmelerine yol açar.

İnkâr eyleminin Ermenilerin tarihsel hafızalarını rencide ettiği ve kimliklerini yeniden yaraladığını dile getirenlere karşı dikkat çektiğimiz ikinci nokta, böyle bir ceza yasasının, inkârcı milliyetçiliğin şovuna, bunu fırsat bilen ırkçıların ifade özgürlüğü mücahitleri kisvesi altında kürsülere koşmasına yol açacağı idi. Lozan mahkemesi Perinçek’i ırk ayrımcılığı suçu işlediği gerekçesiyle para cezasına çevrilen 4 ay hapse ve davacı derneğe 1000 İsviçre frangı tazminat ödemeye mahkûm etti. Neredeyse bu iş için kurulmuş olan Talat Paşa Komitesi’ne mükemmel bir milli mutabakat eylemi gerçekleştirme olanağı sundu.

İsviçre’de kararın üst mahkemeler tarafından onanmasının ardından bunu AİHM’e götüren Perinçek’in şikâyetini, bu mahkemenin 2. Daire’si 2013’de, 5’e karşı 2 oyla verdiği kararla haklı buldu. Ayrıca Lozan’da gene aynı kişiyle beraber dokuz kişi hakkında açılan benzer bir davada yerel mahkeme 2011’de beraat kararı vermişti. Zaten İsviçre mahkemeleri arasında bir tutarsızlık vardı. İsviçre hükümeti gene de AİHM 2. Daire’nin kararını temyiz etti. Böylece temyiz duruşmasını Talat Paşa Komitesi’nin inkârcı bir gövde gösterisine dönüştürmesi için fırsat yarattı.

İfade özgürlüğünün korunması kisvesi altında, HDP dışında mecliste grubu bulunan partilerden milletvekilleri, bunu destekleyen gazeteci ve diğer siyasetçilerle Talat Paşa Komitesi’nin bayrağı altında toplanan milli inkâr ittifakının temsilcileri, yani “Strazburg Akıncıları”, Türkiye toplumunun utanç duyulası bir yüzünü sanki bir kez daha göstermek için oraya koşturdular. Sonuçta, İsviçre’de ceza yasasının amacını aşan biçimde kullanılması, Türkiye dışındaki Ermenileri bilmiyoruz ama Türkiye’de yaşayan Ermenilerin bir kez daha tahkir edilmesine yol açtı. Bu vesileyle “Ermeni Soykırımı yalanı bitmiştir” manşetleri, spotları medyada boy gösterdi.

Soner Yalçın, “Bu toprakların asaleti için haydi Strazburg’a!” başlığıyla yazdığı yazıda, ulusalcı sosyalizmin mümtaz bir örneğini bir daha sunma fırsatı yakaladı (link). “Haydi Türk’ü, Kürt’ü, Ermeni’si, Rum’uyla Strazburg’a!” çağrısında bulundu. Evet, yanlış okumadınız Ermenisi’yle. Bu ulusalcı sosyalizmin yaptığı çağrıyla, Ermenistan Cumhurbaşkanı’nı 24 Nisan günü Çanakkale’ye çağırmak arasında bir fark yok. Milli inkâr mücadelesi söz konusu olunca bu toplumda esas ürkütücü ittifak kendiliğinden kuruluyor.

AİHM 2. Dairesi’nin 13 Aralık 2013’de yayımlanan karar gerekçesinin dikkatle okunmasında yarar var (link). Mahkeme söz konusu olayın soykırım olup olmadığı değerlendirmesine hiçbir şekilde girmeyip, Perinçek’in inkârcılığa yaklaşan bir tutum sergilediğini kabul ediyor. Ancak Konvansiyonun itici, kışkırtıcı, aykırı düşüncelerin ifade edilmesini de ifade özgürlüğü kapsamına aldığını hatırlatıp, ifade özgürlüğünün sınırlandırılması ile ilgili şu soruyu soruyor: İsviçre hükümetinin iddia ettiği gibi, davalının cezalandırılması 2006 yılında İsviçre’de “vazgeçilmez bir toplumsal ihtiyaç” mıydı? “Başvuranın kullanmış olduğu ifadelerden dolayı cezalandırılması İsviçre gibi demokratik bir toplumda gerekli miydi?”

2. Daire bunun ardından Hrant Dink’e açılan ve Yargıtay’ın onayladığı Türklüğe hakaret davasını ifade özgürlüğünü kısıtlayan “son derece rahatsız edici” yaptırımlara bir örnek olarak hatırlatmayı ihmal etmiyor. Ve kararını esas şu tespite dayandırıyor: İnkâra dayalı fikir ve düşünceler, toplumun belli bir kesiminin tarihsel gerçekleri ve koşulları dikkate alındığında, şiddeti ve kini teşvik edici mahiyette olabilir. Bunlar bu kesime yönelik mutlak bir tehlike oluşturabilirler ve o zaman bu suç olarak değerlendirilebilir. Ama İsviçre’de bu unsurların hiçbirinin varlığını İsviçre hükümetinin ispat edemediğini belirtiyor. Bu nedenle İsviçre hükümetinin Konvansiyon’un 10. maddesini ihlal ettiğine çoğunluk oyuyla karar veriyor. Bu kararın temyiz edildiği Büyük Daire’nin alacağı karar 2015 ortalarında açıklanacak.

Gelelim Türkiye’ye. Perinçek ve şürekâsının, milli kahraman sıfatını taşımaya devam eden bir kitlesel katliam sorumlusunun ismi etrafında oluşturdukları milli inkâr ittifakının sol, sağ, apolitik kisveli bazı üyeleri, bu inkârı, üstelik tehditler eşliğinde, “tepemizi attırmayın, bir daha yaparız” imalarıyla Türkiye’de söylediklerinde, Ermenilere yönelik kini ve şiddeti teşvik edip, mutlak bir tehlike oluşturmuyorlar mı? Hrant Dink’e, üstelik lafı kasıtlı olarak tersinden anlayarak, Türklüğe hakaret suçundan dava açanlar, ona ceza verenler, cezasını onaylayanlar, bunu alkışlayanlar, onu ölüme götüren yolun taşlarını döşemişlerdi.

İsviçre’de tehdit ve tehlike oluşturmayan inkârcılık, esas Türkiye’de büyük bir tehdittir. Hem de çoğu zaman kamu görevlilerinin sevecen bakışları altında var olan, koruma bulan bir yakın ve açık tehlikedir. Bu toprakların korunması gereken asaleti bu mudur?

Kategoriler

Güncel Türkiye Gündem



Yazar Hakkında