BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

Anılar birbirini çağırır

Çoğu kez anılar birbirini çağırır, çağrıştırır. Bazen bir olay bir başka olayı, bir insan başka bir insanı, bir duygu başka bir duyguyu hatırlatır. Etkiler. Ya mutlu eder, ya acıtır. Derinlere ittiğimiz şeyleri yüzeye çıkarır, küllendi sandığımız ateşleri körükler gibi. “Yaşandı bitti” dediğimiz birçok şeyin, avucumuz kadar olup da deryalar barındıran yüreğimizin, bilinmeyen bir köşesinde öylece duruyor olduğunu, hiç de bitmediğini fark ederiz. Bir ölene ağlarken, kendi kaybettiklerini hatırlamak da bu yüzden. Ve bu yüzdendir, bazen hiç tanımadığımız ve sırf saygıdan bulunduğumuz birinin cenazesinde bile gözyaşlarımıza yenik düşmek. Biz kendi babamıza, annemize, evladımıza, eşimize, kardeşimize, dostumuza ağlarız. Bir de, kaybedilen dostumuzsa ve kaybettiğimiz bir sevilenle ilişkisi varsa, acı öyle bir katlanır ki, sormayın. Şimdi tüm bunlara bir de nice anıyı zaptederek, anı olmuş kimi objelerin inat gibi geçmişten çıkıp üzerimize üzerimize gelmesini ekleyin. Böyle bir şey olur mu? Olur. Çünkü madde dediğimiz objenin, ilkel bir şuuru vardır ve çoğu kez yaşanmışlıkları kaydeder, hele ona önem verilmiş, bir değer yüklenmişse.

Benim, sevgili Sarkis Seropyan’ın gidişinden duyduğum acı, onunla her gün yüz yüze çalışanların duyduğu acıdan çok farklı. Onu haftada bir kez görür, birkaç dakika konuşur, çoğu zaman da çekişirdik. Ama dostluğumuz çok eskiye dayanır ve eşim Arto’yla bağlantılıdır. Hem de o, benim Agoslu olma nedenimdir. Dolayısıyla, gidişi, derinlerime ittiğim şeyleri yüzeye çıkardı, küllendi sandığım ateşi körükler gibi. Gelelim ‘anı’yı çağıran ‘anı’ meselesine. Hiç ummazdım ama beni bir daha bir daha ağlatan iki obje oldu; biri bir kılıç, diğeri bir pipo. Pipo, sevgili Aret Gıcır’ın çizgisinden fırlayıp körükledi küllenmiş sandığım ateşi. Bir dolu piposu vardı Arto’nun, bir kısmı hâlâ durur evdeki sehpanın üstünde, bıraktığı yerde. Bir kısmını da anı diye verdiydim eşe dosta, ki biri de Seropyan’ınkiler arasında olmalı, eğer sakladıysa. Kılıç ise doğru yüreğime saplandı âdeta, onun öyküsü uzun.

Hani gazetemizin ölüm ilanları sayfasında, Seropyan’ın kılıçlı, kalkanlı, miğferli bir fotoğrafı vardı ya, çocuklar için hazırlanan internet sitesi ‘Pokrig’in teessürlerini bildiren, hatırladınız mı? Öyle pusatlarını kuşanmış ama burnunda gözlüğüyle, masalcı dede edasıyla muzip muzip gülümsüyordu hani... İşte o elinde tuttuğu kılıç, nice anıyı zaptetmiş, nice anı çağrıştıran, büyük bir anıdır. Onu ilk kez, yapıldığı günden yıllar sonra, ‘Pokrig’ gönüllüleri olarak, afiş resmi için poz vermeye gittiğimiz, fotoğraf sanatçısı Manuel Çıtak’ın stüdyosunda görmüştüm. Her birimiz, oradaki konumumuzla ilgili bazı küçük aksesuarlarla poz verecektik, çocukların ilgisini çekecek hoşluklar olsun diye. Sevgili Anna Turay, Seropyan’ın pozu için, büyük bir kutudan, plastik bir miğferle bir kalkan çıkardı önce, en son da, tam eskilerdeki aslı gibi dökülmüş, fiyakalı ve kallavi bir kılıcı koydu masaya. “Aman Tanrım” dedim heyecanla, “bu Arto’nun yaptığı kılıç.”

“Yaptığı” dediysem, elleriyle değil, zira o dönemde acımasız felç, kısıtlamıştı el becerilerini. Yine de çizerek, başında durarak, talimat vererek ne kılıçlar, ne miğferler, ne kalkanlar, hatta zırhlar yapmıştı, sahnelemeyi planladığı konusu efsane olmuş tarihi oyun için. Elde olmayan nedenlerden sahnelenemeyince o oyun, ve de kısa süre sonra da gidiverince Arto, o tarz aksesuarları toplayıp Yazmacıyan Sarko’ya vermiştim, ATY’ye. Ne yapacaktım başka? Hiç olmazsa o, düzenlediği turistik gösterilerde kullanır, emekler dolap köşelerinde yok olmaz. O da sağ olsun, bu iş için bize el verip “Depodan istediğinizi alın” deyince, Anna’cım da onca mal arasından “Beni al, beni al” diyen sesini duyunca, malum kılıç, döndü dolandı karşıma çıktı. Yetmedi, belgelenerek, Arto’nun onu elinde tuttuğu için en çok mutlu olacağı insanla birlikte tarihe geçti. Kim bilir, belki şimdi o hiç bilmeden düşlediğimiz diyarlarda yan yana, aralarına Gobelyan’ı ve başta Ayvaz olmak üzere, giden tüm tiyatrocuları alarak, beni ağlatan o fotoğrafa bakıp bakıp gülüyorlardır. Arto “Yakışmış mı dzo, o kallavi kılıca plastik miğferle kalkan?” diyordur kesin, “Ne yapmışlar bizim kalkanlarla miğferleri? İsteseydiniz ya onlardan?”

Ay, biz ne bilelim, ne bilelim... Hangi bir anıyı, hangi köşelerde saklayalım? Hiçbir mekân yüreğimiz kadar büyük değil ki. Bu yazıyı tam Zadig günü yazıyorum. Sevmiyorum bir süredir bu günü, saklandıkları yerden çıkıp çıkıp saldırıyor anılar. “Tek tek gelin ulan! Kaldıramıyorum” diye bağırasım var. İsminle yaşa Arto, aranıza yeni katılan Seropyan’a söyle, yeniden buluşup da oralarda buradakinden çok olan dostlarla şenlik yapmamıza fazla zaman kalmadı. Az sabretsin, nasılsa göz açıp kapayana kadar geçer.