Türkiye ‘imkânsız yas’ dönemini geride bırakıyor

Fransa’da yaşayan psikanalist ve felsefeci Hélène Piralian Simonyan'la Ermeni Soykırımı’nın 100. yılı dolayısıyla, travma, yas ve aktarım üzerine bir söyleşi yaptık.

Fransa’da yaşayan psikanalist ve felsefeci Hélène Piralian Simonyan, özellikle 1915 Ermeni Soykırımı’nın ardındaki psikolojik travmaların toplumsal boyutlarını inceleyen çalışmalarıyla tanınıyor. Simonyan’ın 1995’te yayımlanan ‘Soykırım ve Aktarım’ (Génocide et Tranmission) ile 2008’de yayımlanan ‘Soykırım, Kayıp ve İnkâr’ (Génocide, Disparition, Déni) adlı iki kitabı ve ayrıca yayımlanmış pek çok makalesi var. 

Simonyan, psikanalitik bir çalışmayla sadece bireylerin değil, toplumların da ruhunu ve gündelik hayat algılayışlarını, travmatik bir aktarımın izinde sürmeye çalışıyor. Piralian, bu anlamda sadece 1915 ve onun algısı hakkında değil, tüm soykırım yaşamış halklar açısından da çok önemli analizler yapıyor. Piralian ile Ermeni Soykırımı’nın 100. yılı dolayısıyla, travma, yas ve aktarım üzerine bir söyleşi yaptık.

Çalışmalarınızda ‘yas’tan, bunun yaşanmasının öneminden söz ediyorsunuz. Bu kavramı, Türkiye’de yaşayan Ermeniler üzerinden değerlendirecek olursak, neye tekabül eder?

Türkiye’de, her şeyden önce Türk kimliği, soykırımın inkârı üzerine kurulmuştur. Öncelikle bundan söz etmek gerekir; çünkü inkâr, aynı zamanda mağdurun da inkârıdır, yani mağdurun yaşanmışlıklarının inkârıdır. O halde soykırımı inkâr etmek, onu yaşamış olan tüm Ermenilerin varlığının yadsınmasıdır. Türk kimliği ise maalesef bu varsayım, yani bu yalan üzerine kurulmuştur. Oysa yasın tutulabilmesi, ancak kaybedilenin idrakiyle mümkündür. Fakat bu durumda, var olmayan bir şeyin kaybından da söz edemeyiz. Yas, kaybedilenin arkasından duyulan acıdır; ağlamak, karalar bağlamaktır. Eğer sizin yitirdiğiniz bir ‘kayıp’ gibi görülmemişse, yas imkânsızlaşır. Yas tutulabilmesi için her şeyden önce kaybın tanınması, idraki şarttır. Bir başka deyişle, mağdur, cellat ve kayıp arasındaki ilişkiyi kurmak gerekir; mağdurun mağduriyeti, yani kaybı görmezden geliniyorsa, özellikle bu cellat tarafından yapılmışsa, nasıl yas tutulabilir?

O halde, Türkiye’deki Ermeniler henüz yaslarını yaşamadılar, diyebilir miyiz?

Maalesef. Ama yavaş yavaş bu da oluyor. Dediğim gibi, Türkiye’de inkâr edilen her şeyden önce kaybın inkârıdır. Taner Akçam’ın da dediği gibi Türk kimliği Ermenilerin yok sayılması, var olmaması, yani bu topraklarda hiç yaşamamış olmaları üzerine kurulmuştur. O halde, günümüzde Ermeni Soykırımı’nın kabulü bu kimliği alaşağı etmeye tekabül eder. Neden? Çünkü Ermenilerin var olduğunu kabul etmiş olacaksınız; yani, yüz yıldır yok saydığınız bir kimlik var olmuş olacak, bu da Türk kimliğini sorgulatacak. Onu sorgulamak ise bugün görüyorum ki, geçmişe göre daha az zahmetli bir iş. İnkâr, yas tutmayı zorlaştırırken bugün yavaş yavaş ‘imkânsız yas’ diye tanımladığım safhadan başka bir safhaya geçiyor Türkiye. Daha demokrat ve eşitlikçi bir topluma doğru bir geçiş bu. Yas tutmanın imkânlı olduğu bir topluma doğru evriliyor .

Geçenlerde İstanbul’u ziyaret ettiniz. Sözünü ettiğiniz bu geçiş dönemiyle ilgili ne tür gözlemleriniz oldu?

Evet, İstanbul’a birkaç kez gittim ve çok etkilendim. Özellikle ilk gidişimde çok ilginç gözlemlerim oldu. Bunlardan beni en çok etkileyeni şudur: Aslında şehri gezerken şunu gördüm; evet, soykırım inkâr ediliyor, inkâr var, evet ama öte yandan ise soykırım orada şehrin tam içinde. Yıkılmış, eski Rum ve Ermeni evleri oradalar. Yıkıntılar içinde, içleri boş, dökülmüş, kırılmış, virane ama tamamen yoklar da diyemeyiz, oradalar. Soykırım aslında orada, gözümüzün önünde; saklamaya imkân yok. Soykırım, Orhan Pamuk’un romanlarında; tasvir ettiği şehirde, Beyoğlu’nun sokaklarında, Tarlabaşı’ndaki yıkıntılarda, hep orada, Rene Magritte’nin tasvir ettiği tablosundaki gibi. Ressam, bir pipo resmi çizer ve altına “Bu bir pipo değildir” yazar. Her şey göründüğü gibi değildir, gerçeklik resmin arkasında kalır ama oradadır. Ben ilk kez Orhan Pamuk kitapları okuduğumda “İşte” dedim, “soykırımdan bahsediliyor bu ülkede.” Oysa Pamuk, hiçbir zaman soykırımdan açıkça bahsetmez romanlarında, soykırım sözcüğünü bile telaffuz etmez. Ama dikkatli bir okuyucu, romanda soykırımdan bahsedildiğini görür. Ermenilerin gerçekliği üzerine birçok şey öğreniriz ondan. Yani inkârın ardına gizlenmiş gerçeklik orada bizi bekliyor ve bir gün tamamen gün yüzüne çıkacak.

Bugün soykırımı anlamak için önce Türkiye’ye, sonra da Türklere bakmak gerekir. Onların yaptığı çalışmalar çok değerli; yüz yıllık suskunluğu bozan söylemleri sadece Ermenilerin değil, tüm Türkiye’nin geleceğine ışık tutuyor.

Öyleyse inkâr hem var, hem de yok. Ya da yas hem var, hem de yok… Gerçekliğin gün yüzüne çıkması ve yasın tutulabilmesi için nasıl bir çalışma gerekli?

Evet, dediğiniz gibi; inkâr hem var, hem de yok. Dedim ya, Pamuk’un kitaplarında soykırım var, kendisi bunu demese de var. İlle de kabul etmek için soykırımdan söz etmek gerekmez. Bahsettiği şehir, zaten içinde bu gerçekliği barındırıyor. Keşfedilmeyi bekleyen bir gerçeklik var orada, görmek istenilmeyen ama bugün ortaya çıkmaya başlayan. Özellikle Belge Yayınları gibi değerli yayınevlerine sahip çıkanlar, Ragıp Zarakolu gibi aydınlar, bugün demokratikleşen Türkiye’nin mihenk taşlarını oluşturuyorlar. Özellikle Türklerin yaptığı çalışmaları, her şeyden önemli görüyorum. Bugün soykırımı anlamak için önce Türkiye’ye, sonra da Türklere bakmak gerekir. Onların yaptığı çalışmalar çok değerli, yüz yıllık suskunluğu bozan söylemleri sadece Ermenilerin değil, tüm Türkiye’nin geleceğine ışık tutuyor. Değişimi getirecek olanlar onlardır çünkü. Pınar Selek, Taner Akçam gibi aydınların çalışmaları hafife alınmayacak kadar değerli. Bu isimler, suskunlukta gizli olan inkârı kırdı ve artık “Pandora’nın kutusu” açıldı. Sanıyorum, geri dönüşü de yok artık bu sürecin. Bu suskunluğa meydan okuyan tüm aydınları, düşünürleri destekliyorum. Eminim başta onlar sayesinde, Türkiye yas tutmaya başlayacaktır.



Yazar Hakkında