"Cizre halkından güç almaya gidiyorum"

HDP gençlik koordinasyonundan Berfin Azdal, Barış için Kadın Girişimi'nin geçtiğimiz hafta Cizre'ye yaptığı dayanışma ziyaretinin ayrıntılarını aktardı.

Barış için Kadın Girişimi Cizre’ye gitme kararını nasıl aldı, nasıl bir ekiple oraya vardı?

Suruç Katliamı’nda devletin 33 arkadaşımızı katletmesiyle başlayan savaş, Türkiye’deki bütün demokrasi güçlerine karşı açılmış bir savaş. Kuzey Kürdistan’da devlet saldırıları gerek sokağa çıkma yasakları, sivil katliamları, köy yakmalar, siyasi soykırım operasyonları, seçilmişleri görevden alma gerekse HPG gerillası Ekin Wan’a işkence yapılması, Dersim’in merkezinde iki gerillanın infaz edilmesi formunda kendini gösteriyor. Özellikle AKP’nin 7 Haziran seçimlerinde ciddi oy kaybı yaşadığı-oy alamadığı Lice, Silopi, Cizre, Silvan, Varto gibi kimi merkezlerde halka yönelen devlet terörü, Türkiye tarafında devrimci ve demokrat kuruluşlara yönelik baskı ve operasyonlarla sürüyor. Sıklıkla “90’lara dönüş” şeklinde anılan bu devlet geleneği, aslında 1915 Ermeni Soykırımı’nın katliam pratiklerine oldukça benziyor ve Bakur halkı da bu benzerliğe sık sık vurgu yapıyor. Bugün Erdoğan ve sarayı eliyle yeniden örgütlenen bu savaş hali ve yok etme geleneğine karşı en güçlü savaş karşıtı ses, kadınlardan çıkıyor. Kadınlar farklı isim ve formlardaki örgütlenmelerle, 20 Temmuz 2015’ten beri devlet saldırılarının yoğunlaştığı birçok bölgeyi ziyaret etti, halkla kucaklaştı ve barış sesini yükseltmeye çalıştı. İşte Cizre’ye gidiş de bir kez daha kucaklaşmanın, dayanışmanın, omuz omuza verilecek bir özgürleşme mücadelesinin ayaklarındandı.

150 kadar kadın Cizre için yollara düştük. Ancak daha fazlaydık, çeşitli yoğunluk ve kaygılardan yollara düşememiş bir sürü kadının duygularını da aldık yanımıza. Mor bir yolculukla Cizre’ye giderken elbette herkesin farklı bir motivasyonu vardı. Kimisi ilk defa Kürdistan’da savaşın izlerine şahit olacaktı, kimisi onurlu barış imkanı için elini taşın altına daha hakiki koymak istiyordu. Ama en çok şu cümle kuruluyordu: “Cizre halkından güç almaya gidiyorum.” 

Ana akım medyadaki sansür ve dezenformasyon, bütün haber kaynağımızı sosyal medya ve bağımsız kanallara yönlendirdi. En çok da sesimizi duyun çağrısını hatırlıyorum. Oraya gittiğinde nasıl bir sesle karşılaştın?

Cizre’de 9 günlük sokağa çıkma yasağı yaşadı. 9 gün elektriksiz, susuz, enerjisiz, dünyadan kopuk bir yaşamı idame ettiren halk hâlâ dimdik ayaktaydı. Cizre’de devletin roketatarlarla, havan toplarıyla, ağır silahlarla gerçekleştirdiği saldırılar sonrası ciddi bir yıkım var. Yerleşim alanları ciddi zarar görmüş. Özellikle Cudi, Yasef ve Nur Mahalleleri’nde delik deşik edilmemiş duvar bulmak zor. Fakat o yıkıntıların arasında zılgıtlarıyla, barış inançlarıyla, direnişin verdiği coşkuyla pırıl pırıl parlayan bir halk var. Demokratik özyönetim talebiyle, halkın özgücüne dayalı özsavunma ile 140 komünün inşası için gösterdikleri çaba ile yeni bir Kobanê resmi çiziyorlar. Cizre’de bir çığlık var, “Cizre halkı yalnız değildir!” derken hissettiğimiz bir tedirginlik var, insanların bayramdan hemen sonra devlet saldırılarının yeniden başlayacağına dair korkuları da var. Ve bütün bunların ortasında Türkiye tarafında hâlâ hakkıyla örgütlenmemiş bir savaş karşıtı sesin boşluğu var. Koşullar böyleyken Cizre’nin sesini tam anlamıyla duyduk mu, tartışılır ancak güçlü bir adım atıldı ve birbirimizin yaralarına bakmak, yaraları sarmak herkese ilaç oldu. 

Cizre halkı bir mağduriyet hikâyesine yerleştirmiyor kendisini. Devletin saldırılarının neden örgütlendiği, 7 Haziran seçimlerinde yenilgiye uğrayan Erdoğan’ın iktidar hırsının savaşın asıl sebebi olduğu, Türkiye sahasında Kürtlere ve HDP binalarına dönük saldırıların saray tarafından örgütlendiği, Kürdistan’da savaşın asıl amacının halkı yıldırmak ve HDP’yi siyaset sahnesinde geriletmek olduğu herkes tarafından biliniyor. Halk bu devlet provokasyonuna karşı hendekleriyle, barikatlarıyla, sokağa çıkma yasaklarında evlerinden attıkları sloganlarıyla karşı koyuyor. Bu anlamda Cizre’nin sesini duymak ve o sesi başkalarına iletmek, Cizre’nin barikatlarının da Gezi’nin barikatları kadar meşru olduğunu anlatmaktır. Bakur halkının kendilerini savunmak için kazdığı hendekler, kurduğu barikatlar, demokratik özyönetim ısrarı Türkiye tarafında da meşruiyeti vurgulanarak anlatıldığı müddetçe sahici bir dayanışmadan, halkların yoldaşlığından söz edebiliriz.

Ablukadaki Cizre’de neler yaşanmış, seni en çok hangi ayrıntılar çarptı? Sonraki günlerde halk seçime nasıl bir ruh haliyle gidiyor?

AKP saldırılarının en yoğun olduğu, neredeyse bütün evlerin ağır silahlarla tarandığı Cizre’nin Nur Mahallesi’nde sohbet ettiğimiz kadınlardan biri sokağa çıkma yasaklı günleri şöyle anlattı: “Evde içecek su kalmadı 3. günden sonra. Çocuklara bahçeden çamurlu su verdim, içmediler. 3 çocuğum var, en büyüğü 9 yaşında. Eşim çalışmak için Cizre dışındaydı. Bir gece polis anons yaparken ‘Ermeni dölleri, sonunuz fena olacak! Allahuekber!’ diye bağırınca korkudan ne yapacağımı bilemedim. Eğer eve gelirlerse ellerine düşmemek için kendimi öldürmeye karar verdim. Küçük çocuğum evimizin duvarı tarandığı günden beri korkudan konuşamıyor.” Bu anlatım devlet saldırılarının sonuçlarını göz önüne seriyor açıkça ve Cizre’de 9 günlük yasak sürecine dair anlatılan bütün hikâyeler, benzer durumları özetliyor. Ben, o savaşın ortasından beni İstanbul’a umutla döndüren iki kadını anlatmayı tercih edeceğim yine de.  

İlki Meryem. 60 yaşına varacak neredeyse. Cizre’ye vardığımız ilk gün taziye evinde, henüz tanışmadan evini açtı bize. Cudi Mahallesi’nde, saldırıların en yoğun olduğu yerlerden birindeki evinde onunla uzun uzun sohbet etme şansımız oldu. 90larda Cudi Dağı’nın eteklerindeki köyü yakılmış, 92 Cizre Newrozu’nda sivil halkın katledilmesine tanıklık etmiş, 40 yıllık savaşın her anına şahit ve şöyle diyor: “Ömrüm savaşla geçti; yine de ‘barış, barış, barış’ diyorum.” 

İkincisi Düriye. 14 yaşındaki oğlu 2014 yılında Kobanê’yi özgürleştirmek için YPG saflarına katılmış. Özlemle anıyor ve fakat özlemi üzerine hiç konuşmuyor. Onun da köyü yakılmış, 92 Cizre Newrozu’nu görmüş, gelini Abdullah Öcalan fotoğrafı taşıdığı kolundan vurulmuş… Bizlere sımsıkı sarıldıktan sonra, sohbetin en koyu yerinde şöyle diyor: “Oğlumun Kobanê’de verdiği mücadeleyi ben burada barış isteyerek veriyorum. Cizre, Kobanê’dir artık.”

Halkın ana gündemi elbette seçimler değil. 1 Kasım seçimlerinde sandıkların kurulmayacağı Nur Mahallesi’ndeki kadınlardan biri “İsterse katil Erdoğan sandıkları İstanbul’a çeksin, yine de gider partimize, HDP’ye oy veririz. Bizi böyle yıldıramazlar.” diyor. Silopi’den bir gençse, durumu pek güzel özetliyor: “Seçimlerde dünyanın öbür ucunu da gösterseler gider partimize, HDP’ye oy veririz. Kimse bizi korkutarak yönetemez. Erdoğan kendisini savaşla başkan yaptırsa bile hiçbir zaman Kürdistan’ı yönetemeyecek. Zaten yaşadığı da bir yönetim krizidir.”

Kategoriler

Güncel Türkiye Gündem



Yazar Hakkında

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA