HERKÜL MİLLAS

Herkül Millas

ALGI(LA)MAK

Azınlıklar ve empati

Empati, ötekinin halini ve duygularını anlamak ve hissetmektir; olaylara onun bakış açısından bakabilmektir. Acı deneyim ve gözlemlerimin sonucunda vardığım sonuç, insanların (yani çoğunluğun) azınlıklar konusunda bu bağlamda çok başarısız olduğudur. Azınlıkların durumunu gerçekten anlayanlar o kadar az ki! Çok olanlar, onları anladıklarına inananlardır. Ve bu yüzden ezbere konuşurlar. Empati yeteneğini az çok taşıyanlara, genellikle kendilerini de azınlık olarak algılayanlar, yani bir şekilde ötekileştirilmiş olanlar arasında rastladım. 

Nurdan Türker’in ‘Vatanım Yok Memleketim Var – İstanbul Rumları: Mekân-Bellek-Ritüel’ başlıklı kitabı (İletişim, 2015) bir sürprizdi. Atina ve İstanbul’da Rumlarla yapılan mülakatlara ve çok geniş bir literatür çalışmasına dayanan araştırması Rumları gerçekçi biçimde resmetmiş. Çalışma daha geniş bir alana, yani insan gruplarına nasıl yaklaşılmalı, onları nasıl anlayabiliriz konusuna da ışık tutmuş. Azınlık statüsündeki Rumlar farklı bağlamlarda ele alınmış. Tarihî boyut, tarih algısı ve geçmişin hayal edilmesi, Yunan/Rum/Helen/Grek kelimelerinin gizemi, araştırmacının ne denli tarafsız olabileceği, İstanbul ve Bizans’ın Rumların belleğinde yansımaları, Rumların başına gelenler (Varlık Vergisi, 6/7 Eylül, ihraçlar vb.) ve bütün bunların Rumlarca nasıl yorumlandığı, dinin, milliyetçiliğin, dilin, ritüellerin, göçlerin, geride bırakılan mekânların, kutsallığın, varılan yeni vatanların azınlık üyeleri üzerindeki izdüşümleri incelenmiş.

Yabancılık veya bir yere ait olma duygusunun nasıl yaşandığını, azınlığın kendini ve ötekini nasıl algıladığını, geçmiş ve gelecek algısını azınlığın kendi ağzından duyuyoruz. Ve her söylenen, belli bir bilimsel disiplin çerçevesinde ele alınıp yeniden yorumlanmış, bir çerçeve içinde yerleştirilmiş. Bana sürpriz olarak gelen, Rumların söylediklerine getirilen yorumlardır. Basit bir lafın berisinde var olabilecek anlamlar –

ki bunlar korkular, itiraf edilmek istemeyen öfke, ima edilen bir şikâyet, konuşanın bilinçdışı nostaljisi veya pişmanlığı olabilir– ayrıntılı biçimde su yüzüne çıkarılıyor. Yani röportajlar, alışılmışın dışında, ek bir boyut edinmiş; söylenenlerin berisine bakılmış, konuşanın bile farkında olmadıkları da ele alınmış. 

Bunu sağlamak için siyaset biliminin, psikolojinin ve antropolojinin metotları kullanılmış. Yazarın, bu konuda yayımlanmış hemen hemen bütün çalışmaların farkında olduğunu anlıyoruz. Çalışma çok kapsayıcı, sanki Rumlar ve azınlıklar konusunda bir son söz gibi. Ama İstanbul’u da yeniden keşfediyoruz. Yaşlılardan eski ve yeni şehri, farklı bir açıdan öğreniyoruz; şehrin yaşadığı büyük değişikliği görüyoruz. “Metropollerde insanlar adapte oluyor, asimile oluyor şehrin kültürüne. İstanbul’da tersi oldu. İstanbul’un asırlar boyunca bugüne kadar mültikültürel kimliği vardı. Hem Yahudiler, hem Ermeniler, Süryaniler… nereye gitti bunlar?” (s. 256)    

Bu şehir aslında, insanlar tarafından nasıl algılanıyorsa odur. Rumların bu alanda farklı ve güçlü Bizans, Ortodoksluk, memleket bağımlılığını öğreniyoruz. Örneğin, şehir yalnız kıvanç ve sevinç kaynağı, fethedilen bir yer değildir; o aynı anda “yaşananların insanî boyutunu, açlığı, sefaleti, yaralanma ve öldürülmeyi” de içerir (s. 78). Bu hatırlatma, nadir rastlanan bir empati örneğidir.

Ama ‘Rumlar’ diye genel bir gruptan söz edilemeyeceğini de öğreniyoruz. Her birey farklı bir karakter ve algı dünyasıdır. Biri, örneğin, artık İstanbul’da Rumlara baskılar yapılmadığı söylerken, öfkesini de dile getiriyor: “Bunları (olumlu davranışları) neden otuz yıl önce yapmadınız da gitmemize neden oldunuz?” diyor (s. 161). Başka biri, Türk’e şirin görünmek için veya hâlâ içinde bir korku olduğu için “Türk milleti merhametlidir, Türk milleti bambaşka millettir” demekte, Paskalya Yortusu sorulduğunda da, yazara “Bana Kurban Bayramı’nı sor” der. Yazarın yorumu, sözün berisindekini kaçırmadığını gösteriyor: “Bu yorum, yaşananın meşrulaştırılarak, muhalif olmanın ağır ve riskli durumundan kaçınıldığını akla getirir.” (s. 204)

Bu kapsamlı çalışmayı burada özetlemek bir yana, özelliklerinin başlıklarını vermek bile olanaksız. Yazıyı iki saptamayla noktalayayım. Önce araştırmacının bir özelliğini belirtmem gerek: Bu alanda çalışanların tarafsızlığına ve nesnelliğine inanmıyor: “Nesnellikten kasıt tarafsız olmaksa, böyle bir nesnellik mümkün değildir.” (s. 301) Bilim insanının, “yorumlarını kendi sosyo-kültürel ortamında anlamlandırdığını” belirtiyor. Benim gözlemim de hep bu yönde olmuştur. Ama yazar bu alanda elinden geleni yapmış. “Çoğulcu yapılar kurarak”, nesnelliğe mümkün olduğu kadar yaklaşmaya çalışmış. Görüşme yaptığı kişilere, daha önce elde edilen bilgileri aktararak onların görüşlerini almış. Yani aslında çalışmaya, bu ‘işbirliği’ aracılığıyla, röportaj yaptığı insanların yorumlarını da eklemiş. Ben buna, araştırmacı ile Rumlar arasında bir diyalog kurulmuş da diyebilirim. Farklı seslerin, kitabın her sayfasında duyulmasının nedeni bu.

Bu çalışmanın büyük başarısının sırrı da bu olsa gerek. Ama benim hâlâ anlamadığım, bu tür, empatiyle yapılmış çalışmaların neden böyle ender olduğu. Ötekine yaklaşmak neden böylesine zordur? İkinci saptamam, kimliklerle ilgili çalışmalarda, araştırmacıların ‘kendi’ durumlarını ortaya çıkarmakta başarılı olamadıkları yönünde. Yani Rumlar (veya Türkler) kendi konumlarını ortaya koyamıyorlar. ‘Ötekiler’ (Türkler veya Yunanlılar diyelim) ise, azınlıklara bakarken birbirinden çok farklı, iki ayrı durumdadırlar: Ya bütünüyle önyargılı ve hayali bir ‘öteki’ yaratırlar, veya, yukarıdaki örnek gibi, ender de olsa çok başarılı olurlar. Yoksa bilimsel tarifemizde iki öğe mi gerekli? Araştırdığımız gruba biraz mesafeli kalmak ve çalışmaya bol empati katmak!