Unde malum?

MURAT CANKARA 

Ankaralı Katolik Ermenilerden Simon Arakelyan, ‘1915 Ankara Vukuatı ve Menfilik [Tehcir] Hatıratım’ başlıklı tanıklığının sonlarına doğru, yok oluşla kurtuluş arasındaki o son derece sinematografik anda, hikâyesini keser ve karşılaştığı bir hayali uzun uzun anlatır. Aralarında geçen uzun konuşmanın bir noktasında hayal, “hakikati aramakta olduğunu söyler” ve “kocası katledilmiş, en büyüğü yedi yaşında olan üç evladını kaybetmiş, bedbaht ve ümitsiz bir anne sıfatıyla” yazara sorar: “Allah bu durumu görüyor ve biliyor da niçin müsaade ediyor? Niçin bu zavallıların açlık, işkence ve eziyet gibi en korkunç, en feci vesilelerle ölüp gitmelerine izin veriyor? Allah adil ise adaleti de bu mu? Söyle, söyle bakayım.” Gerçi Arakelyan’ı sinirlendirir (“Hayal misin, ana mısın, beni iyi dinle,” deyip onu ümitsizliğinin neticesi olarak Cenabıhakkı gücendirmemesi konusunda uyarır) ama anlamlı bir soru bu; hani yıllandıkça anlamını bulanlardan. Şüphesiz, Ömer Lütfi Akad’ın bir zamanlar ‘Düğün’ filminin sonunda sordurduğu gibi de sorulabilirdi: “Hepimiz iyiyiz. İyiyiz de, ne diye böyle oluyor, ne diye? Niye?”

‘Kötülüğün kaynağı nedir?’

Zeynep Sayın’ın bu senenin başlarında çıkan ‘Kötülük Cemaatleri’ başlıklı kitabı da yukarıdaki soru etrafında yüzyıllardır yaşanmış tartışmalarla ilgili. Tabii bunu da kapsayan temel soru şu: ‘Unde malum?’ Yani, kötülüğün kaynağı nedir? Aslında kitap, 1994 yılında yayımlanan ‘Kötülük, Tekilcilik, Postmodernizm’in ikinci baskısı. Ancak başına yeni bir önsöz eklenmiş; toplamda iki önsöz ve sekiz kısa metinden oluşuyor. Çıkış noktası, 1945’te, 2. Dünya Savaşı’nın sona ermesinin hemen ardından, Mısır’ın kuzeyinde bulunan, Nag Hammadi Kitaplığı adıyla bilinen, Kıptice yazılmış ve Gnostiklere ait 52 yazma. Düalist bir tanrı anlayışına sahip olan Gnostikler, “Tanrı varsa ve iyiyse, bunca kötülüğe nasıl izin verir?” sorusunu yanıtlarken, Batı’da hakim olan tekil düşünceye karşı çıkıyor; biri iyi öteki kötü iki tanrının varlığını kabul ediyorlar. (Bu heterodoks ‘zındıkların’ başlarına gelenler de malûmumuz. Yerli ve millî zındıklarımız için de Ahmet Yaşar Ocak’ın çalışmalarına bakılabilir.) Sayın da, ‘Batı’nın başkalarına bakarken kendini görmesine engel olan o kör nokta ne olabilir, Nag Hammadi o kör noktayı görmeyi nasıl sağlardı?” diye soruyor. Bir yandan bu sorunun peşinden giderek felsefî/teolojik bir tartışmanın ana duraklarına uğruyor (Hannah Arendt ve ‘kötülüğün sıradanlığı’, Leibniz ve Tanrı’nın ‘mümkün dünyaların en iyisi’ni yarattığı savunusu, Nietzsche’nin ‘iyinin ve kötünün ötesinde’ olma fikri vb.) bir yandan da iyiliğin ve kötülüğün görece mi yoksa mutlak mı oldukları meselesine gelip dayanan bu tartışmaların siyasal/dinsel şiddetle ilişkisini kuruyor. Tekil düşüncenin, aklın araçsallaşmasının Auschwitz’e vardığının altını bir kez de o çizerek bir öneri getiriyor: ‘ya o, ya o’ düşüncesinden ‘o ve o’ düşüncesine geçmek, karşıtlığa indirgemeden farklılığa kucak açmak ve Auschwitz’de buluşmak, “çünkü belki de yalnızca Auschwitz insanlara haklılık ve doğruluk istemlerinin hepsinin vahşete yol açtığını anımsatacaktır.” 

1933’te Almanya, 1994’te İstanbul

Sayın’ın “1933 Almanya’sını anımsatan 1994 yılının İstanbul’unda” yazdığını belirttiği kitabının en ilginç yanlarından biri, önsözleri. Bu sadece genç bir akademisyenin özeleştirisi (haklı olarak tutumunu yer yer fazla iyimser buluyor, yer yer ‘postmodernist bir hafifliğe’ kapıldığını belirtiyor), metnini bağlamsallaştırma çabası (1990’lar bir yana, 2013-2016 yılları arasında yaşadıklarımızı burada sırlamaya gerek yok) ya da tam da kendi metnini tekillikten çıkarma arzusu (oryantalizmin tuzaklarına düşmeden fakat bundan da çekinmeden, aynı tartışmayı ‘İslamî Doğu’ için de yapmak) değil, bir metnin nasıl yıllar geçtikçe yerini ve anlamını bulabileceğini göstermesi bakımından da önemli. Zira bugün, dünyadaki kötülüğün kaynağını sorgulamak için 90’lara kıyasla çok daha fazla nedenimiz var. Sanki dünya, yememiş içmemiş, Sayın’ın metnine doğru koşturmuş.

Kötü olan nedir/kimdir? Bugün sorsak, herkesin malumu. (Malûm da berbat bir sözcük, af edersiniz; hem ‘elma’, hem ‘kötü’ hem de ‘felaket’ anlamına gelebiliyor.) O kadar malum ki, (çoğunlukla tarihsel) haklılık rüzgârını da arkamıza alarak bütün sorunlarımızı basit bir ‘kökünü kazıma’ meselesine indirgeyiveriyor, böylece de parçayı feda ederek bütünü koruyor, yani totaliterleşiyoruz. 

Az kalsın unutuyordum; bir de İstanbul Bilgi Üniversitesi ‘hedehödösü’ var. O da ayrıca malûm. Gerçi sözünü etmeye değmez, ama bir gün tarihini yazmaya değecek. Bir de öğrenci var. Soran olursa, o en malûm.