‘Filmlerimdeki doğa sadece bir hayal mekânı’

Reha Erdem yeni filmi 'Koca Dünya'yı anlatıyor: Filmlerimin birçoğunda çocuklar var. O yaşlar insanın oluşum süreci aslında. Büyüme çağı, insanın sırtına en çok yükün bindirildiği, melankolik bir çağ; aynı zamanda isyan çağı. Gençler isyan eder, çünkü o yükleri henüz hazmetmemişlerdir.

Reha Erdem, ‘Koca Dünya’ adlı son filmiyle izleyici karşısında. İki kardeşin, içine sıkıştıkları hayatın dayatmalarından kaçarak doğaya, bir ormanın derinliklerine sığınmasını ve sonrasında yaşadıklarını konu alan film, yerli ve uluslararası festivallerde sinemaseverlerle buluştu. Venedik Film Festivali’nden Ufuklar Jüri Özel Ödülü, Adana Film Festivali’nden ise En İyi Film Ödülü’yle dönen filmin Türkiye’de ne zaman vizyona gireceği henüz açıklanmadı ancak Gezici Festival, ‘Koca Dünya’yı ve yönetmenini 27 Kasım Pazar günü Ankara’daki Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde izleyiciyle buluşturacak. Film, 4 Aralık’ta da Eskişehir’de gösterilecek. Festival için beş filmlik ‘Sinemanın Altın Çağı’ başlıklı özel bir seçki de yapan Erdem’le bu seçkiyi ve yeni filmini konuştuk.

Bir film gösteriminden sonra katıldığınız söyleşide “Konuşarak anlatabilsem zaten film yapmazdım” demişsiniz. Peki siz izleyenlerden filmlerinizle ilgili düşüncelerini anlatmalarını ister misiniz?

Film yapmak, denize şişe bırakmak gibi. Kendi beğenilerinize göre bir şey yapıyorsunuz, onu bıraktıktan sonrası ise size ait olmuyor. Dolayısıyla, filmlerimle ilgili düşünceleri merakla dinliyorum. Açık filmler yaptığımdan, çok değişik yorumlar geliyor. Bu durum bazen çok hoşuma gidiyor, beni şaşırtıyor. Yine de filmlerimi, nasıl tepkiler alacağımı düşünerek yapmıyorum. Böyle bir beklenti ya da merak içinde olduğumu söyleyemem. 

Son filminiz ‘Koca Dünya’yı konuşurken sizin doğayla ilişkinizden de bahsetmek gerek. Bununla ve filmle ilgili ne söylersiniz? 

Önceki filmlerimdeki gibi bu filmde de bir orman olduğu için, bana bu doğa meselesinin ne olduğunu soruyorlar. Aslında doğa kalmadı hiçbir yerde. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın tamamında böyle durum. Gezegen alarm veriyor. Filmlerimdeki doğa, sadece bir hayal mekânı. Bundan sonra ancak filmlerde görebileceğimiz, filmler sayesinde hayal edebileceğimiz mekânlar bunlar, yani hiçbir gerçekliği yok.

Filmde, kendisine sığınan iki kardeşi kucaklayan, besleyen, mutlu eden bir doğa da görmüyoruz. Tam tersine, orman tekinsiz bir yer.

Dünyada hiçbir şeyin hiç kimseyi öyle kucaklamadığını öğrendik artık. Yine de, kucaklama hissi veren yerler önemli; benim de filmlerimde göstermeye çalıştığım o. ‘Jîn’de de şahane ormanlar görüyorduk ama insana, onu saklamayı, beslemeyi, dertlerinden kurtarmayı vadeden ormanlar değildi bunlar.

Neden hikâyeyi çocuk karakterler üzerine kurmayı seçtiniz?

Filmlerimin birçoğunda çocuklar var. O yaşlar insanın oluşum süreci aslında. Büyüme çağı, insanın sırtına en çok yükün bindirildiği, melankolik bir çağ; aynı zamanda isyan çağı. Gençler isyan eder, çünkü o yükleri henüz hazmetmemişlerdir. Bu nedenle o dönem çok ilgimi çekiyor. Bunu bilinçli olarak yapmasam da filmlerimin birçoğunda gençler ve ilk gençlik yıllarını yaşayanlar var.

O çocukların ve gençlerin yetişkinlik hallerini, daha sonra nasıl bireyler olarak karşımıza çıkacaklarını da hayal ediyor musunuz?

Orası en korkutucu yer olduğu için galiba dönüp dolaşıp onların gençlik çağlarına geliyorum. Benim çizdiğim figürler, aynı zamanda kahramanlarım. Filmlerin birçoğunda, içinde bulundukları durumu aşıp aşamayacaklarının belli olmadığı bir noktada kalıyoruz. Hep bir dilek gibi bitiyor filmlerim, özgür ruhlarının yaşamaya devam etmesine dair bir dilek... 


KOCA DÜNYA Fragman from reha erdem on Vimeo.

‘Koca Dünya’nın çok etkileyici ve akılda kalıcı bir müziği var. Filmlerinizde müzik ve kurgulanmış seslerin kullanımında ne gibi öncelikleriniz var?

Ben genellikle yazmaya bir müzik eşliğinde başlıyorum, Sonra da ondan kurtulamıyorum. Çoğunlukla film için müzik yaptırılır. ‘Jîn’de İzlandalı müzisyen Hildur Gudnadóttir’le, filme yeni bir müzik yapması için anlaşmıştık. Filmin montaj aşamasında onun bir önceki albümünden parçalar kullandım, sonra da ondan kopamadım. Filme öyle bir oturdu ki... Müzik, filmin ritmiyle, ruhuyla, montajıyla iç içe geçiyor.

Ben filmlerde kullandığım müziklerle de biraz oynuyorum. Mesela ‘Koca Dünya’da Nils Frahm’ın ‘Tristana’ adlı parçasının farklı bölümlerini kullandım. Görüntüleri nasıl oluşturuyorsam, sesler üzerinde de öyle çalışıyorum. Ses apayrı bir âlem, hatta belki görüntüden daha çekici. Çünkü görüntülerin artık belli kodları var. Sürekli görüntü bombardımanı altındayız. Dolayısıyla yeni imgeler oluşturmak zor. Ses ise çok daha özgür bir alan sunuyor, müzik de öyle. Yapmaya çalıştığım, sevdiğim ve savunduğum, yarı yarıya görsel, yarı yarıya işitsel bir sinema. Çoğu zaman görüntüden bağımsız bir yapı kurmaya, dinlenebilir filmler yapmaya çalışıyorum. 

Siz kentin içinde yaşayıp çalışırken, doğaya bu kadar yaklaşan, onunla farklı bir ilişki kuran filmler nasıl ortaya çıkıyor?

Aslında tam olarak kentin içinde bir yerde çalışmıyorum. Tabii ki bu şehirdeyim, metroya biniyorum, bir yerlere gidiyorum ama sanki dışarıdan bakar gibi yaşıyorum biraz. Yalnız çalışmayı ve yazmayı seviyorum. Mekânlarımı da ona göre seçiyorum. Doğaya, daha doğrusu bana hâlâ bu tür hayalleri kurduracak yerlere yakın olmaya çalışıyorum. 

Filmin vizyona giriş tarihi belli mi? Birçok yerli ya da kaliteli uluslararası yapımın Türkiye’de vizyonda kalamıyor; sizin bu konuda kaygılarınız var mı?

Film vizyona girecek, tarihi bugünlerde belli olur. Çok acele etmiyoruz. Başka Sinema’nın da seyircisinin çok azaldığını duymak üzücü ama diğer taraftan, bu tarz filmleri izleyenler, bunları farklı yerlerde, farklı formatlarda izliyor artık. O yüzden çok da umutsuz değilim. Bu durumun olumsuz yanı ise şu: Büyük bir çoğunluk, indirdiği filmleri bilgisayardan izliyor. Bu, filmin yüzde birini seyretmek demek. Sinemada izlemek başka bir deneyim. ‘Koca Dünya’ geçen hafta, ‘!f İlham Serisi’ kapsamında büyük bir salonda gösterildi. O zaman işin tamamı, verilen tüm uğraşlar, görüntüler, sesler tam olarak ortaya çıkıyor.

Şu anda bir link’le tüm dünyada izlenebiliyor filmler. Dolayısıyla bu yeni hal çok da kötü değil. Dünyanın her yerinde sinema salonları kapanıyor. Sinema sanatına dair işler geniş kitlelerle buluşmuyor. Diğer taraftan, geniş kitlelerle buluşan işlerin de dertleri var. Fakat bu ağlanacak bir durum değil, çünkü ağlayınca iş yapılmıyor. 

Festival için Reha Erdem’in seçtikleri

‘Sessizlik’

Reha Erdem, 25 Kasım-1 Aralık arasında Ankara’da düzenlenecek, ardından Eskişehir (2-4 Aralık) ve Kastamonu’ya (5-7 Aralık) doğru yola çıkacak olan Gezici Festival için özel bir seçki hazırladı. ‘Sinemanın Altın Çağı’ başlığı altında ‘Tehlikeli Fısıltı’ (Children’s Hour, 1961), ‘Sessizlik’ (The Silence, 1963), ‘Ox-Bow Olayı’ (The Ox-Bow Incident, 1943), ‘Yankesici’ (Pickpocket, 1959) ve ‘Stromboli’ (1950) filmlerini bir araya getiren Erdem, 26, 27 ve 28 Kasım’da Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde yapılacak gösterimlerden önce sinemaseverlerle buluşarak, bu beş filmin kendisi için taşıdığı önemi anlatacak.

Gezici Festival programını, yaptığınız seçkiyle desteklemeye nasıl karar verdiniz? 

Gezici Festival, Türkiye sinemasına ve sinema kültürüne en çok katkıda bulunan festivallerden. ‘Kosmos’ filmi, Gezici Festival sayesinde ortaya çıktı. Yıllar önce Kars’ta düzenledikleri bir festivale davetliydim. Kars’ı daha önce de görmüştüm, ancak festival için gittiğimde şehirden öyle bir büyülendim ki ‘Kosmos’u yaptım. Festivalden iki ay sonra Kars’a yeniden gittim ve o filmi yazdım. 

Festivalde gösterilecek beş filmi neleri göz önünde bulundurarak seçtiniz?

Sinemanın dev, altın bir geçmişi var. Bence o geçmişi görmeden yeni bir sinema yapmanın imkânı yok. Bu beş film de çok büyük yönetmenlerin eserleri; hepsinin kendi mekanizmaları var, kendi süreçleri içinde, belirli kurallara göre yapılmışlar. Hepsi kendi meselelerinde yan yolları denemiş, yeniliklerle kurulmuş, ilham verici filmler. Biri, Hollywood’un çok önemli yönetmenlerinden William Wyler’ın ‘Tehlikeli Fısıltı’ filmi. İkincisi, William Wellman’ın ‘Ox-Bow Olayı’ adlı akıl almaz western’i. Bu filmler, sanki bugün için yapılmış, birçok sorunla buluşuyor. Diğerleri Roberto Rosselini’den ‘Stromboli’, Ingmar Bergman’dan ‘Sessizlik’ ve Robert Bresson’dan ‘Yankesici’. Bergman ve Bresson sinemaseverler arasında çok konuşulan ama az seyredilen yönetmenlerdendir. Bu filmleri sinema salonunda seyrettirmek de çok heyecan verici. 

Bu seçkiye bakarak sinemaya yaklaşımınızla ilgili çıkarımlarda bulunabilir miyiz?

Evet. Ben ‘açık film’, ‘özgür film’ olarak nitelendirdiğim sinemayı seviyorum, onu savunmaya çalışıyorum. Art House ve Minimalist sinema denen kalıplar oluştu, ve bu isimler altında çok kötü filmler yapılıyor. Minimalist dendiğinde, kısıtlı bütçeyle değil, bir bardak ve bir masayı kullanarak film yapmak anlaşılıyor. Sadece Türkiye değil, dünyada da festivaller bu tür filmlerle dolu, çünkü kolay yapılıyor. Bir filmi çok az malzemeyle de yapabilirsiniz, asıl mesele bu değil; filmin mekanizması, işlerliği önemli. Film yapmak için düşünmek, oluşturmak gerek. Sinema kolay ve minimal bir şey değil.


Kategoriler

Kültür Sanat Sinema



Yazar Hakkında