Suç, ceza ve hapishaneler

Son dönemde içinde başlıktaki kelimelerin geçtiği o kadar çok cümle kurduk ki, 30.08.2009 tarihli Taraf gazetesinde yayımlanan “Suç, ceza, hapishaneler ve İmralı” başlıklı yazımdan bir bölümü sizlerle paylaşmak istedim. Yazı, yaz keyfinizi kaçırabilir, peşinen özür dilerim.

 

AYŞE HÜR
hurayse@hotmail.com

“Damiens, 2 Mart 1757’de, Paris kilisesinin cümle kapısının önünde suçunu herkesin karşısında itiraf etmeye mahkûm edilmişti; buraya elinde yanar halde bulunan iki libre ağırlığındaki bir meşaleyi taşıyarak, üzerinde bir gömlekten başka bir şey olmadığı halde, iki tekerlekli bir yük arabasında götürülecekti; sonra aynı yük arabasıyla Grevé meydanına götürülecek ve burada kurulmuş olan darağacına çıkartılarak memeleri, kolları, kalçaları, baldırları kızgın kerpetenle çekilecek; babasını (kralı) öldürdüğü bıçağı sağ elinde tutacak ve kerpetenle çekilen yerlerine erimiş kurşun, kaynar yağ, kaynar reçine ve birlikte eritilen balmumu ile kükürt dökülecek, sonra bedeni dört ata çektirilerek parçalatılacak ve vücudu ateşle yakılacak, kül haline gelecek ve küller rüzgâra savrulacaktı.”

Michel Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu adlı ünlü ve önemli kitabı böyle başlar. Bu anlatı dönemin gazetelerinden birinden alınmadır. Gazeteci, “sonunda onu parçaladılar,” diye devam eder, “bu sonuncu işlem çok uzun sürdü, çünkü kullanılan atlar, çekmeye alışık değillerdi, bu yüzden dört yerine altı tane koyak gerekti, bu da yetersiz kaldı, talihsizin kalçalarını kopartmak için sinirlerini kesmek ve eklemlerini baltayla parçalamak gerekti...” Ardından tüm detaylarıyla infazı anlatır. Yüzlerce, belki binlerce kişinin izlediği öyle korkunç bir infaz töreninidir ki bu, okurken başınız döner, mideniz bulanır, beyniniz karıncalanır, gözleriniz yaşarır, boğazınız düğümlenir. Kime isyan edeceğinizi şaşırırsınız. Sonunda insan olmaktan utanırsınız...

‘Karanlık bir şenlik’ olarak ceza

Lise tarih kitaplarımızda ‘Karanlık Çağ’ diye adlandırılan yüzyıllarda geçmez bu infaz töreni. ‘Aydınlanma Çağı’nda geçer. Neyse ki, Damiens dört parçaya ayrılarak halkın gözleri önünde öldürülen son kişidir. Birkaç on yıl sonra, Foucault’nun deyişiyle artık “cezayı karanlık bir şenlik haline çeviren uygulamalar” yok olmaya yüz tutacaktır. Suçun herkesin önünde itiraf edilmesi Fransa’da 1791’de kaldırılmış; kazığa bağlama Fransa’da 1789’da, İngiltere’de 1837’de ilga edilmiştir. Damgalama, Fransa’da 1832’de, İngiltere’de 1834’te kaldırılmıştır. Hainlerin parçalanmasına İngiltere’de 1820’den sonra bir daha kalkışılmamıştır. Mahkûmların sokak ortasında veya şehirlerarası yollarda çalıştırılmaları, demir boyunduruklu, özel kıyafetli, prangalı olarak halkın arasından geçirilmeleri türü ‘seyirlik’ uygulamalar 19. yüzyılın ilk yarısında hemen her ülkede kaldırılmıştır. Buna karşılık, cezalandırma gündelik algılama alanını terk ederek soyut algılama alanına girmiş, infaz, adeta mahkûmla ‘adalet’ arasında garip bir sır halini almıştır. İşte hapishaneler bu yeni, bu ‘modern’ aşamanın ürünüdür.

Dev bir Panopticon

İngiliz filozof ve hukukçu, toplum reformcusu, ‘Faydacılık’ düşüncesinin teorisyeni, Jeremy Bentham’ın 1785 yılında, muhtemelen Versailles’ın Hayvanat Bahçesi’nden esinlenerek tasarladığı ‘modern’ hapishane modeli Panopticon [‘pan’=bütünü, ‘opticon’=gözlemlemek] adını taşıyordu. Bentham’ın Panopticon’u birkaç katlık tek odalı hücrelerden oluşan bir halka üzerine kuruluydu. Her hücre bu halkanın iç kısmına açıktı ve halkanın dış cephesindeki duvarda birer pencere vardı. Halkanın ortasında mahpuslardan tamamen saklanmış konumdaki gözlemcilerin kaldığı bir nöbet kulesi yer almaktaydı.

Panopticon’un temelinde yatan ilke, tek odalı hücrenin içindeki sakine saklanacak hiçbir yer bırakmaması, buna karşılık dış cephedeki duvarın penceresinden gelen dış ışığın kuledeki nöbetçilere mahpusun her hareketinin bir siluetini izleme olanağını sağlamasıydı. Bentham’ın yaklaşımına göre, gözlemlenen her yanlış davranışının ceza getireceğini bilen, ama davranışlarının aslında ne zaman gözlemlendiğini bilmeyen mahpusun, aklını başına toplayarak her zaman izleniyormuşçasına davranmaktan başka seçeneği yoktu. Böylece mahpus bizzat kendi hareketlerini kollamak durumunda kalacaktı.

Bentham’ın tasarladığı mükemmellikte bir Panopticon henüz inşa edilmedi ama bugün neredeyse tüm toplumsal yaşama Panapticon ilkeleri uygulanmaya çalışılıyor. Kışlalar, okullar, ibadet mekânları, fabrikalar, hatta sosyal medya birer Panopticon haline dönüşüyor. Tüm dünya devasa bir Panopticon’a dönüştürülüyor...

‘Modern’ infaz sisteminde sadece ‘seyir’ değil genel olarak ‘acı’ da iptal edilmiştir. Artık ‘beden’ cezalandırmanın ana hedefi değildir. (1980 sonrasının Mamak ve Diyarbakır Hapishanesi bu açıdan ‘karanlık çağlar’a ait yüz kızartıcı bir örnektir.) Evet, bu sistemde de ‘suçlu’ içeri kapatılır, ayağına zincir, pranga vurulur, elleri kelepçelenir, zorla çalıştırılır, hücreye atılır, tecrit edilir ama bunlar eskinin ‘bedene azap verme’ anlayışıyla yapılmaz. Artık amaç, beden aracılığıyla bireyi kontrol altına almaktır. Onu disipline etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmektir. Kişiliği iğdiş etmektir. İnsan onurunu yerle bir etmektir. Kısacası hedef artık beden değil ruhtur.

Modern ceza ve infaz sisteminin bir diğer özelliği, Ortaçağ’ın işkencecisinin yerini artık kocaman bir teknisyenler ordusunun almasıdır. Psikologlar, hekimler, din adamları, eğitmenler, bakanlık görevlileri, gardiyanlar ve bir sürü başka insan cezalandırma sürecinin parçasıdırlar. Cezanın artık ekonomisi, sosyolojisi, psikolojisi, antropolojisi, mimarisi, vb vardır. Bu teknisyenler ordusu arasındaki işbölümü öylesine rafine bir hal almıştır ki, sonuçta kimse yargılama hakkını gerçekten paylaşmıyormuş gibi hissetmez kendini. Halbuki tam tersine, cezalandırma artık kolektif bir eylem haline gelmiştir.

‘Asri cezaevleri isteriz’

Tanzimat’a kadar, deri yüzmek, toprağa gömmek, çengele asmak, testislerini koparmak ve yedirmek, vücuda yara açıp yaraya tuz basmak, farelere kemirtmek, mil çekmek, organ kesmek, çengele asmak gibi birbirinden azap verici cezaları uygulayan Osmanlı Devleti’nde ‘hapsetmek’ denildiğinde kastedilen, herhangi bir suçla itham edilen kişinin, yargılama süreci boyunca gözetim altına alınmasıydı. Yargılama süreci çabucak bittiği için, hapislik de uzun sürmezdi. Osmanlı’da bugünkü ‘hapishane’ anlamına gelen sözcük Farsça kökenli ‘zindan’dı. Eminönü’ndeki Baba Cafer, Yedikule, Kasımpaşa’daki tersaneler en ünlü zindanlardı. Tanzimat Reformları kapsamında Anadolu’nun dört bir yanında ‘modern’ cezaevleri açılmaya başlandı. Cumhuriyet dönemine devredilen bu cezaevleri, gerek fiziki koşulları gerekse işleyişleri açısından çok yetersizdi, elverişsizdi.

Ancak pek çok kişiye sayısı da az gelmiş olmalıydı ki, 1933’te Adalet Bakanlığı’nın ‘Vilayet Kongreleri’ sırasında, halk ve yerel yöneticiler ‘asri hapishaneler’ inşa edilmesini talep etmişlerdi. Bakanlık bunun için İtalya’dan uzmanlar getirtti. Ardından ülkenin dört bir yanına cezaevleri inşa edilmeye başlandı. Bu cezaevlerinden bir bölümü ‘İş Esasına Dayalı Cezaevleri’ idi. Bu cezaevleri, 1929 Büyük Buhranı’ndan sonra gündeme gelen ‘devletçilik’ uygulamaları ile uyumlu kurumlardı. Devlet özellikle 1931’den itibaren ekonomiye hem düzenleyici hem de oyuncu olarak daha çok girmişti. Fabrikalar kuruluyordu ancak işgücü yetersizdi. Ağırlıklı olarak köylü toplumu olan Türkiye’de henüz, fabrikada çalışma geleneği oluşmamıştı. İşçileşmiş kesimlerde ise işten ayrılma, devamsızlık, üretken olmamak gibi pek çok sorun mevcuttu. Dolayısıyla işgücü açığını kapatmak açısından mahkûmlar önemli bir kaynaktı.

Öyle ki, 1938’de çıkarılan 3500 Sayılı Kanun’la ‘çalışmak’, Türkiye cezaevlerinin normal bir kaidesi haline getirildi. Mahkûmlar, Dalaman, Edirne ve İmralı’da tarım işçiliğii yaptılar. Zonguldak ve Tunçbilek’te kömür, Soma ve Değirmisaz’da linyit, Keçiborlu’da kükürt, Ergani’de bakır madenlerinde, Karabük’te demir ve çelik işletmesinde çalıştırıldılar. Kayseri’de kadın işçiler Sümerbank Tekstil Fabrikaları’nda, Malatya’da dokuma tezgâhlarında ter döktüler.

Zonguldak Havzası’nda 22 bin mahkûm

Ucuz mahkûm emeği öylesine sevilmişti ki, 1940 seçimleri sırasında bölgelerine giden milletvekilleri başkente yeni cezaevi talepleri ile döndüler. Örneğin Erzincan Milletvekili Salih Başotaç, Fırat Nehri boylarına bin mahkûmluk bir tarım cezaevi inşa edilmesini istemiş, Bilecik Milletvekili Dr. Muhlis Suner, Bilecik’in merkezinde bir tarım cezaevi talep etmişti. Burdur milletvekilleri mahkûmların Sultandere linyit madenlerinde, Afyon milletvekilleri ise Kisarna’daki madensuyu tesislerinde çalıştırılmalarını talep ediyordu. Bu talepler yerine getirilemedi ama 1948’de, Zonguldak Havzası’nda çalışan 60 bin kişinin 22 bini mahkûm işçilerdi.

Çok Partili dönemin ‘liberal’ partisi Demokrat Parti, CHP’nin 1929-1950 arasında sadece 87 cezaevi inşa etmesine karşılık, 3,5 yıl içinde tam 149 hapishane inşa etmekle övündü ama İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, gerek ekonomideki gerekse siyasi hayattaki liberalleşmeye paralel olarak mahkûmların ucuz işgücü kaynağı olarak kullanılmasına son verildi. Nihayet 1950’lerin ilk yarısında genelde ceza sistemi, özelde ise hapishaneler sistemi, mahkûm emeğinin merkezî olduğu bir yapıdan çıkarıldı. Siyasi mahkûmların hem bedenlerini hem ruhlarını hedef alan 1990 sonrasının ‘A, B, E, F, H...M Tipi’ cezaevleri ile günümüzün Silivri Cezaevi ayrı bir yazının konusu...

Türkiye’nin gururu: İmralı Adası Sosyal Sanatoryumu

İş Esasına Dayalı Cezaevleri’nin en ünlüsü (kuruluşundaki adıyla) ‘İmralı Adası Sosyal Sanatoryumu’ idi. Marmara Denizi’nde, Armutlu Yarımadası’nın batı ucundaki Bozburun’un 20 km. kadar batısında yaklaşık 10 km2’lik, sekiz rakamını andıran bu engebeli ve çorak adada Osmanlı Dönemi’nde Rumlar yaşardı. Ancak adanın Rum ahalisi 1923-24’deki mübadelede Yunanistan’a gönderilince, ada uzun süre boş kaldı. Bu terk edilmiş adada, deneysel bir hapishane kurma fikri Mutahhar Şerif (Başoğlu) adlı bir hukukçuya aitti. Mutahhar Şerif, henüz bir yargıç adayı iken, Belçika, Fransa, Almanya, İsviçre, Avustralya, İtalya, Romanya, Yunanistan ve Bulgaristan’da gözlemler yapmak üzere görevlendirilmişti. Mutahhar Şerif, bu ülkelerde gördüklerini memleketlisi Adalet Bakanı Şükrü Saraçoğlu’na anlatmış, Saraçoğlu da ‘İmralı Adası Sosyal Sanatoryumu’nu (bundan böyle ‘İmralı’ diyeceğim) uygulamaya karar vermişti. Bu kuruluş, Türkiye’deki duvarları olmayan ilk hapishane olacaktı.

Adaya ilk mahkûm grubu 8 Kasım 1935’te geldi. Bu grup, Mutahhar Şerif Başoğlu’nun bizzat seçtiği ‘işbirliği yapmaya hazır’ 80 ‘adi’ mahkûmdan oluşuyordu. Sayı iki yıl sonra 400’e ulaştı. 1940’ta 1.100-1.200’e yükseldi. Ancak 1943’te yer sıkıntısı yüzünden 800’e düşürüldü.

Mahkûmların kışla disiplini içinde tutuldukları İmralı’da 13 tip çalışma vardı. Esas olarak, buğday ve soğan tarımı, bağcılık, zeytincilik, balıkçılık, arıcılık, tavukçuluk, besicilik yapılırdı. Balıklar için bir de konserve fabrikası kurulmuştu. Adanın gülleri ve karanfilleri pek meşhurdu. Adadan çıkarılan kumlar yıllarca İstanbul’un inşaat kumu ihtiyacını karşılamıştı. Ayrıca sabun, süt ve peynir, ayakkabı, dokuma, dikiş atölyeleri vardı. Bu atölyelerde üretilen ürünlerin bir bölümü öteki hapishanelere gönderilir, artan kısım ada dışına satılırdı. Örneğin İstanbul’daki Mısır Çarşısı’nda İmralı Satış Mağazası vardı ve burada satılan mallar kaliteleriyle tanınırdı.

Adaya ziyaretçi akını

Dönemin ABD büyükelçisi, merkeze yazdığı bir raporda İmralı’yı öve öve bitirememişti. Bu ‘örnek’ cezaevine yönelik nadir eleştiriden biri, İmralı sakinlerinden 18 yıl ceza almış bir mahkûmu bir kayanın üzerinde cura çalarken gösteren fotoğrafın 5 Ekim 1936 tarihli Cumhuriyet gazetesinde boy göstermesi üzerine yapılmıştı. CHP Afyon Karahisar Milletvekili Berç (Keresteciyan) Türker, Adalet Bakanı Şükrü Saraçoğlu’na İmralı’nın neden bu kadar gevşek olduğunu sormuş, Saraçoğlu da cevabında İmralı mahkûmların son derece sıkı bir denetim altında yaşadıklarını ve çalıştıklarını söylemiş, sadece boş zamanlarda uğraşılan müziğin rehabilite edici rolüne değinmişti.

Bu tür küçük eleştirileri saymazsak, İmralı o yıllarda Türkiye’nin gururuydu. 1944-1948 yıllarında Ankara ve İstanbul’un değişik üniversitelerinden yüzlerce kişilik öğrenci grupları ardı ardına adaya geldiler ve incelemeler yaptılar. Ziyaretçiler arasında devlet görevlileri, yerli ve yabancı gazeteciler, bilim adamları, hekimler, hukukçular vardı. Bütün bu ekonomik ve sosyal ilişkilerden görüldüğü gibi, bugün ‘koster arızaları’ yüzünden ulaşılmaz halde olan/tutulan İmralı Adası, bundan 70 yıl önce Türkiye’nin geri kalanıyla yoğun ilişki içindeydi.

Ressam Balaban’ın İmralı günleri

Bursa Cezaevi’nde yatarken hapishanenin gediklisi Nâzım Hikmet’in etkisiyle resim yapmaya başlayan İbrahim Balaban, yine Nâzım Hikmet’in tavsiyesi ile 1945 yılında İmralı’ya geçmişti. İmralı hakkındaki ilk izlenimleri çok kötü olan Balaban günlüğüne “Dün soğan topladık. Bugün çapa, yarın bel işi var, yani kirizma. Dayanılır gibi değil, resim yapmadan nasıl dayanırım?” diye yazmıştı. Bu şikâyetlerini Cezaevi Müdürü İzzet Akçal’a anlattığında ilk olarak olumsuz tepki görmüş ancak daha sonra İzzet Bey bir formül bulmuştu. Balaban yatakhaneleri temizleyecek, arta kalan zamanında da resim yapabilecekti. Sonuçta ortaya ‘Belci’, ‘Karasabanla Çift Süren’, ‘Hızarla Tarla Biçenler’, ‘Balık Tutanlar’,Çamaşırcılar’, ‘Orak Biçenler’ adlı tablolar çıktı. Bu tablolar İstanbul ve İzmir’de sergilendiler ve satıldılar.

Buraya kadar anlattıklarımızdan İmralı’da mahpusluğun hiç de fena bir şey olmadığı sanılabilir. Hani derler ya ‘dışı seni içi beni yakar’, Balaban’a göre “İmralı Adası, yukardan bakılınca bir cennet, içine girilince de bir cehennemdi.” Kuruluşundan itibaren siyasi mahkûm barındırmayan İmralı’nın ilk siyasi tutukluları Adnan Menderes ve arkadaşları olmuştu. Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın hayatlarına İmralı’da son verildi. 1999’dan yakın zamana kadar İmralı’nın tek mahkûmu, siyasi suçluların şahı Abdullah Öcalan. Öcalan’ın İmralı hakkındaki düşüncelerini öğrenmek için epey daha bekleyeceğiz anlaşılan…

Özet Kaynakça: Michel Foucault, Hapishanenin Doğuş (Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay), İmge Yayınevi, 2006; Ali Sipahi, “The Labor-Based Prisons in Turkey, 1933-1953”, 2006 yılında Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nde kabul edilmiş master tezi; Hapishane Kitabı, (Yayına Hazırlayanlar: Emine Gürsoy Naskali ve Hilal Oytun Altun), Kitabevi, 2005.