Dünyanın ikinci en büyük ahşap yapısı olarak kabul edilen Büyükada Rum Yetimhanesi geçtiğimiz hafta Europa Nostra ile Avrupa Yatırım Bankası tarafından ‘Avrupa’nın Tehlike Altındaki 12 Kültürel Mirası’ arasında gösterildi. Yetimhanenin çökme tehlikesi altında olduğu uzun süredir biliniyor. Restorasyon için Ekümenik Patrikhane’nin maddi imkanları yetersiz. 1964 yılında boşaltılan daha sonra Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce el konan bina 2010 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararının ardından Patrikhane’ye teslim edilmişti. Yetimhanenin yaşadığı hukuki ve siyasi süreç hem bu gazetede hem de konuyu yakından izleyen diğer kaynaklarda sık sık konu edilmişti. Biz bu gelişmeler üzerine “Peki Yetimhane’de nasıl bir hayat vardı?” sorusunun peşine düştük. Ve Yetimhane’de 1955-61 yılları arasında öğretmenlik yapan Yani (Yannis) Kalamaris ile buluştuk. Kendisi bize Yetimhane’nin deyim yerindeyse yazılmamış tarihini anlattı.
Aslında Yetimhane’nin tarihine çok girmeyecektik. Telefonda öyle konuşmuştuk. Cevabını aradığımız soru şuydu: O abide binada bir zamanlar hayat nasıl geçiyordu? Çocuk cıvıltıları içinde nasıl bir dünya vardı? O hikayenin peşindeydik. Ama bir nezaket abidesi olan Yani Kalamaris’in karşısına Berge ile oturduğumuz anda Yani bey çantasından bir albüm çıkardı ve sayfalarını çevirmeye başladı. 1972’de basılmış Rumca bir albüm bu. İçinde Büyükada Rum Yetimhanesi’ne dair hiç bilmediğimiz fotoğraflar var. Açılış günü, merasimler, binanın içinden fotoğraflar. Albüm ortaya çıktığı andan itibaren Berge ile gözümüz albümün sayfalarında. Mesleki deformasyon işte. Bir an öne albümdeki fotoğrafların fotoğrafını çekmek istiyoruz. Kıymetli bir evrak zira. Bakarsın Yani bey, geri gelecek olsa da bize teslim etmekte tereddüt yaşayabilir. Bunu hiç teklif etmeden Berge’in maharetiyle fotoğraf almak daha uygun göründü.
Büyükada Rum Yetimhanesi’nde 1955-61 yılları arasında öğretmenlik yapan Yani Kalamaris ile Cihangir’de Savoy Pastanesi’nin üst katında oturuyoruz. Öyle sözleştik. Yani Bey o civarda oturuyor belli ki. Oturduğumuz andan itibaren anlatmaya başlıyor. Elindeki albümden bir fotoğraf gösteriyor. Yetimhane’nin tam ortasında mermer bir blok. Banker Zarifis’in eşi Eleni Zarifis yaptırmış. Çocuklar için daha güvenli bir yer olsun diye. Ve tabii ister istemez Yetimhane’nin tarihine giriyoruz. Yani Bey’in öğretmenlik yıllarına birazdan geleceğiz.
Yedikule’de başlayan bir tarih
Abdülhamit döneminde 1890’ların sonlarında otel ve kumarhane olması için inşa edilmiş bina. Ancak bundan daha sonra vazgeçilmiş ve 1903 yılındaki açılıştan hemen önce Rum Yetimhanesi olması için Rum Cemaati’ne verilmiş. Albümde açılış gününden fotoğraflar var. Dönemin Patriği Yovakim’i seçiyor gözlerimiz. Yani Bey bir yandan da anlatıyor. O vakte kadar Yedikule’deki Balıklı Rum Hastanesi içinde öğrenim görüyormuş çocuklar. Ancak hastalarla yanyana kalması pek de arzu edilen bir durum değil. Üstelik o zamanlar meydana gelen bir deprem nedeniyle hastanen binası da hasar görmüş vaziyette.
Sonra Kınalıada’nın tepesinde, bizim küçükken “Manastır” dediğimiz binada kalmış çocuklar. Büyükada’daki bina Rum toplumuna tahsis edilince, 1903’te oraya nakledilmiş yetimler. Fotoğraflar da işte o açılış gününden. Yani Bey albümden ilk Mütevelli Heyeti’nin fotoğraflarını gösteriyor bir yandan. Eleni Zarifis’in’in fotoğrafına bakıyoruz. O zamanın parasıyla 1.000 altın vermiş ve mermer bölümü yaptırmış. “O mermer bölümü görseniz şaşırırdınız” diyor. Trabzanlar hep el işlemesi imiş. Yine albüme bakıyoruz. Yetimhane’nin girişini gösteriyor. Yemek duası var albümde, Rumca. Onu gösteriyor. Her yemekten önce o dua okunurmuş. O koca yemekhanenin fotoğrafına bakıyoruz birlikte. Bizim için müthiş kıymetli fotoğraflar.
Kendi döneminden bir fotoğrafa bakıyoruz sonra, öğretmenler çocuklar birlikte. “Beni burada bulun bakayım” diyor Yani Bey. Berge ile dikkatli biçimde fotoğrafı inceliyoruz ama zorlanıyoruz. Gösteriyor kendisini sonra Yani Bey. 1955 olmalı. Tiyatro binasının fotoğrafına bakıyoruz, biraz hırpalanmış salon, o albümde bile.
Filmi başa sarıyoruz. Yani Bey’in hikayesini öğrenelim. 1955 yılında tam olarak 16 Kasım günü öğretmen olarak gelmiş Yani Kalamaris okula. 3. Sınıf öğretmeni. Galata Rum Okulu ve Fener Lisesi’nin bitirdikten hemen sonra. Aynı zamanda beden eğitimi hocalığı da yapıyor. 1959 yılındaki diploma töreni fotoğrafından Yani Bey’in o yıllara ait haline bakıyoruz.
'Çocukları sokakta bırakmayacaktık’
Peki, buraya Yetimhane diyoruz ama nasıl bir eğitim hayatı var burada? Anlatıyor öğretmenimiz. Rum yetimlerin kaldığı bir okuldan bahsediyoruz. Kışın, öğrenim dönemi boyunca Rum okullarında bildiğimiz şekliyle eğitim yapılıyor. Tam burada Yanis Kalamaris 2011 yılında Yetimhane’nin geri alınmasından sonra Adalar Derneği’nde yaptığı bir konuşmanın metnini çıkarıyor. Eliyle yazmış. “Buradan anlatayım” diyor.
Ve başlıyor metni okumaya. Ama önce sayılar. 1955 yılında 197 öğrenci varmış, anaokul öğrencileri dahil. 1956’da 192, 1957’de 187. Ve toplam öğrenci sayısı: 1903 yılından 1956 yılına kadar toplam 5.744 öğrenci öğretim görmüş. 1853 yılından yani Yedikule’den alırsak 1978’e kadar toplam 9.068 öğrenci.
Peki hepsi yetim mi çocukların ? Evet. Çocuklarına bakamayanların, ayrılmış ailelerin, ailelerin çocukları geliyor. Ve bir de bildiğimiz anlamda anne ya da babasını ya da her ikisin birden kaybetmiş çocuklar. “Çocukları sokakta bırakmayacaktık” diyor. Ve başlıyor Yani Bey metni okumaya.
“Zaman çabuk geçiyor. Hayatımızda bazı olayları, yazıyla belirtmek istiyoruz , çünkü konuşulanlar zamanla unutulur, bazı olayların yazıları çabuk kaybolur, hatırlanmaz, iz bırakmaz. Bazı olaylar kısadır tek bir sayfada anlatılır biter, kelimeler uçar gider. Destanlar böyle hikayelerden çıkar. Nesiller boyu hafızalarda ve gönüllerde yaşar ve yaşatılır. Zaman akıp gitse de hep canlı kalırlar, daima hatırlanırlar. Büyükada Rum Yetimhanesi’nin, bu sevgi ve şefkat okulunun onurlu ve gururlu bir yaşam hikayesi vardır. Ben bu okulun uzun hikayesinde 1955 senesinden 1961 senesine kadarki bölümünde öğretmen olarak bulundum. Bu okulumuzun hikayesi burada bitmemiştir. Bu okulda öğretim gören çocuklarımız var oldukça bu hikayeyi yazmaya devam edeceklerdir. Anılarını canlı olarak anlatacaklar ve bunlar sonradan yazılacaktır. “
Yani Bey’in konuşması okulun tarihiyle devam ediyor, konuşmasından pasajlar okuyor bize. Zarifilerin binayı satın alması, binanın Patrikhane mülkiyetine geçmesi, tapu senedinin 1902’de teslim edilmesi, aynı işlemlerin Cumhuriyet döneminde de 1929, 1935-36’da tekrarlanması. Abdülhamit’in yetimlere 145 altın armağan etmesi ve her gün 7,5 okka et ve gerekli ekmeğin teslim edilmesi için talimat vermesi. I. Dünya Savaşı sırasında yetimhanenin Kuleli Askeri Lisesi olarak kullanılması. Savaş boyunca Alman askerlerinin, savaştan sonra işgal kuvvetlerinin binaya yerleşmesi. Savaş sonrasında Rus göçmenlerin binaya yerleştirilmesi, daha sonra tekrar Patrikhane’ye (Yetimhane olarak kullanılmak üzere) verilmesi ve 1964 yılında boşaltılması. Kız öğrencilerin İsa tepesindeki manastıra, erkek öğrencilerin Aya Nikola manastırına yerleştirilmesi, okul olarak Büyükada Vakfı’na ait okulda jğrenim görülmesi, bu şekilde 1978 yılına kadar devam edilmesi ve 1997 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün vakfın yetimhaneyi yönetemediğini ileri sürerek mahkeme kararıyla vakfı mazbutaya alınması, yönetime el konması ve mülkiyetin de Patrikhane’den alınması VGM’ye devredilmesi.
Bunları sakin bir ses tonuyla okuyor Yani Kalamaris. Konuşmasında sözlerini şöyle noktalıyor: “Bugün yetimhaneyi ziyaret ederseniz o emektar piyanonun bir köşede sessizce beklediğini görür ve üzülürsünüz. Bu okulu çocuk cıvıltıları içinde verdik ve 46 yıl sonra aldık. Bugün iade edilirken daha iyi bir şekilde iade edilmesini beklerdim. Biz binayı bu durumda teslim etmedik. Fakat şimdi gördüğünüz bina yaşanmayacak halde, metruk bir bina, 46 yılda hiç bakım yapılmamış. Buna rağmen yine de sevindim çünkü bizim binamız yine bizi iade edildi. O zaman öğrenci olan çocuklarım da bu kararı duyunca çok sevindiler. Çünkü yaşadıkları büyüdükleri ev onlara iade edildi.”
‘Siz yetim değilsiniz’
Gözleri doluyor burada Yani Bey’in, doğrusu bizim de. Bir ara veriyoruz. Biraz sonra devam ediyor Yani Bey. “Öğrencilerin zihinlerinden yetim kelimesini atmak için çok çalıştım” diyor. “Çocuklarımı ‘siz yetim değilsiniz bu toplumun mensuplarısınız’ felsefesiyle yetiştirmek ve bunu onlara aşılamak için çok uğraştım. Tüm öğrencilerim başarılı olarak hayat mücadelesine katıldılar, toplum tarafından takdir edildiler. ”
Peki okulu bitirenler ne yapıyordu? Çünkü sonuçta burası bir ilkokul. “O zaman eğitime hizmet etsinler diye hangi çocuk devam edebilecek durumdaysa İstanbul’daki okullara yazdırdık. Onlar her sabah Büyükada’dan vapura biner akşam da yine vapurla geri dönerlerdi” diyor. Okuyacak durumda olmayanlar ise işe yerleştirilmiş, vakıf yönetimlerindeki ya da cemaat içindeki Rum tüccarlardan rica edilmiş. “Baylan Pastanesi’nde mesela öğrencilerimiz vardı” diyor. Beyoğlu’ndaki Baylan elbette. O çocuklar sonra büyüyüp Atina’da ve başka yerlerde pastane açmışlar.
Bir gün nasıl geçiyordu acaba Yetimhane’de? Sabah 6.30’da kalkılıyormuş. Önce beden eğitimi. Sonra banyo ve kahvaltı. Saat 9.00’da ders başı. Akşam 15.30’a kadar. 17.00’ye kadar beden eğitimi, spor. 17.00’den sonra öğretmenler eşliğinde etüd saati. 19.00’dan sonra ise tiyatro salonunda şarkılar, filmler. Tabii o zamanki teknolojinin verdiği imkanlar dahilinde.
Yetimhane’nin Lefter’li günleri
Bu cennet köşesinde hayatın nasıl geçtiğini merak ettiğim için sorularım bitmiyor. Yani Bey en basit sorularımı bile büyük bir sabırla ve dingin bir ses tonuyla yanıtlıyor. Mesela yazın ne yapılıyor? Okul yok zira. Öğretmenler de yazın orada imiş. Hayat hep beraber geçiyor. Yaz okulu şöyle oluyormuş: “Futbol maçlarını izlemeye gitmek mesela. Lefter de adadaydı. Onu izlerdik.” Ve bazen Lefter Küçükandonyadis de yetimhaneye gelir, çocuklar ile futbol oynarmış.
Bina 1964’te boşaltılmış, bunu biliyoruz. Peki ne gerekçe gösterilmiş? “Bina ahşap, yangın çıkabilir” diye bir gerekçe göstermişler o vakit.
1955’te başladı demiştik Yani Bey okula. O tarih aslında Türkiye’nin hafızasına kara bir leke olarak işlenmiş tarih: 6-7 Eylül. Yani Bey o günlerde okula başlamamış henüz ama bir genç olarak yaşadığı Galata’da neler olup bittiğinden haberdar elbette. “Üzüntülü zamanlardı” diyor ve orada bitiriyor: “Hatırlamak istemiyorum o zamanları” Yine de sormadan edemiyorum. İki ay sonra okulda öğretmenliğe başlamıştı Yani Kalamaris. 6-7 Eylül’ün ağırlığı ya da tedirginliği var mıydı öğrenciler ya da öğretmenler üzerinde? “Hayır” diyor, okula çıkılmamış zaten.
Yani Bey 1964’ten sonra pedagoji okumuş. Sonra yine öğretmenliğe devam. Önce Kadıköy Rum Okulu, sonra da Zapyon’da müdürlük görevi. 2002’ye kadar.
Kendimce can alıcı soruyu soruyorum. Okul boşaltıldıktan sonra o binaya ne zaman girmişti acaba ilk olarak? “Çıktım fakat çok duygulandığım için sık sık çıkamıyordum. Bazen arkadaşlar ‘hocam beraber çıkalım’ diye ısrar ediyorlardı, o şekilde ara sıra çıktım.”
Basket sahasının hikayesi
Bir keresinde ‘Fıstık Ahmet’ olarak bilinen Büyükadalı Ahmet Tanrıverdi ile birlikte çıkmışlar. Küçüklüğünde futbol öğretmiş ona, oradan bir ahbaplıkları var.. Yine gözleri doluyor Yani Kalamaris’in. Bir yandan da kendime kızıyorum elbette, röportaj diye oturduk ama biraz hoyrat mı davranıyorum ne? Gerçi bütün bu hikayede hoyrat davranan kim aslında, o da belli ama..
Yine dönüyor o yıllara. “Basket sahasını ellerimizle yaptık” diyor. Peki nasıl yapmışlar? Adalar’ın meşhur kırmızı killi toprağını çocuklarla birlikte taşıyarak. Bir çocuk hatırlıyor o günlerden. Akranlarına göre daha da küçük, yetim bir çocuk. Yanaki Çiçekas. Annesi Balık Pazarı’nda maydanoz ve dereotu satıyor o zamanlar. Babası yok. Elinde küçük kovasıyla koşarak heyecanla Yani öğretmenine gelmiş. “Bakın ben de toprak taşıyorum, bu sahada ben de oynayacak mıyım?” diye sormuş olanca masumluğuyla. “Elbette oynayacaksın” demiş Yani Bey. Çocuk koşarak yine kovasına toprak doldurmaya gitmiş. Unutamadığı anlardan biri bu, Yani hocanın.
İlginç bir ayrıntı: 1958’de revir binası olarak yapılan, Yetimhane’nin yakınındaki bir binayı da derslik olarak düzenlemişler. Çocuklar evden çıkıp okula gidiyorlarmış havasını yaşasınlar diye. “Şimdi o binanın halini görseniz üzülürsünüz” diyor. O binanın arkasında bir de koca, basket sahası kadar bir su sarnıcı varmış. Duruyoruz yine. Nefes almamız lazım.
“Güzel geçti günleriniz değil mi?” diyorum. “Elbette” diyor. “Birçok eksiğimiz vardı ama bunu çocuklara hissettirmek istemiyordum. Biz topluma hizmet edecektik. Bunu ben çocuklarıma aşıladım.”
Ve bir de aşk hikayesi. Yani Bey’in eşi geliyor bir ara pastaneye, bir şey unutmuş, kocasından alıp bize de güleryüzlü bir selam verip, hal hatır sorup uzaklaşıyor. Büyükada’da tanışmışlar meğerse. Yani Bey’in eşi doğma büyüme Büyükadalı imiş. Gerçi eşinin ağabeyi ile önden bir tanışıklık da varmış ama Büyükada vesile olmuş bu evliliğe. O zaman öğretmenlik yapanlardan hayatta kalan tek öğretmen Yani Bey, böyle de bir özelliği var. “Okullara dikkat ediyoruz, ayakta kalmasını istiyoruz” diyor.
5.800 Rum’dan 22 Rum’a
Sonlara geliyoruz artık. Son olarak Büyükada’daki Rum nüfusu sormak istiyorum. “O zaman 5.800 Rum vardı” diyor. Şimdi ise 22 kişi kalmış. “O çarşıdaki bütün dükkanlar Rum cemaatindendi. Yalnız Ciğerci Altan ile Yavuz vardı, yaprak satan, onun babası, bir de bir kişi daha vardı. Onun dışında bütün esnaf Rum’du ve birbirine çok bağlıydı. 19 Mayıs’ta, 23 Nisan’da, Cumhuriyet bayramında çocuklarımız çarşıdan geçerken bütün çarşı çocuklara şekerlemeler çikolatalar hediye ederdi. Yanaki vardı büyük davulu çalan. Cepleri dolduğu için artanları emanet olarak bana verirdi, ama sonrasında mutlaka isterdi” diyor gülümseyerek.
Yani Bey’in çevresi hala geniş. Oturduğumuz üst kata küçük bir grup geliyor kadınlı erkekli. Onlar da Rum, kısa bir sohbet geçiyor aralarında Rumca. İstanbul’da 2018 yılında Cihangir’de bir pastanede birkaç dakikalığına da olsa Rumca konuşuluyor olmasını kendimce kıymetli buluyorum o an. Böylesi sohbetlerin ortalık yerde kulağımıza çalınması öyle nadirleşti ki artık. Cevabını bildiğim bir soru yöneltiyorum. “Rumca konuşuluyordu değil mi okulda?” diyorum. “Tabii” diyor. Okul boşaltıldıktan sonra kız öğrencilerin kaldığı manastırı hatırlıyor tam o an. “Bu manastır olmasa bu yetim çocuklar nereye gidecekti?” diye soruyor ve yanıtını kendisi veriyor: “İyi ki manastırlarımız vardı”.
“İyi ki..” diyorum ben de.
Piyanoyu hatırlıyor yine. “Çok güzel bir piyanoydu. Uzaktan bize bakıyor şimdi..”
Zor ziyaretler
210 binası varmış Yetimhane’nin. 26 bin metrekare üzerine kurulu, bahçesiyle birlikte. “Koridorlarını görseniz şaşırırdınız” diyor. “Her şey el yapımı. Parkeleri şimdi çıkarsanız istediğiniz yerde kullanabilirsiniz. Sarnıçtan tertemiz su geliyordu.”
Bazen gazeteciler geliyormuş “Hocam beraber çıkalım” diye. “Çıkamıyorum artık, çok duygulanıyorum” diyor. Peki en son ne zaman çıkmış? Geçen yaz. “Nasıl geri döndüm bir Allah bilir” diyor. “Yaşadığımız yer öyle bir yer oldu ki artık tanımıyorsun. Her tarafı çöktü. Bu okul topluma insan kazandıran bir okuldu. Çocuklarımıza katkısı oldu. Kimsenin cebine bakmadılar. Çalışarak bir yere geldiler. Bugün benim profesör, doktor olan öğrencim var.” İki öğrencisi hayata veda etmiş geçen zaman içinde, onları hatırlıyor. Peki öğrencilerle buluşuyorlar mı? Aslında evet. Kanada’ya, Atina’ya ya da başka ülkelere dağılan öğrenciler senede bir kez toplanırlar ve Yani hocalarına haber gönderirlermiş. Uygun olursa gidermiş Yani Bey. İki sefer de İstanbul’da toplanmış ve okula çıkmışlar.
(Agos'un 9 Şubat 2018 tarihli sayısında yayınlanmıştır)