VİCKEN CHETERİAN

Vicken Cheterian

Doğu’da bitmeyen ‘Büyük Savaş’

Bana, 1915 yılının sıcak yazında Suriye çölünde güneye doğru yürüyen sürgünler ile 2012 yılında, varil bombalarından kaçmak için kuzeye doğru ilerleyen mülteciler arasında bir bağlantı olup olmadığını sorarsanız, sezgisel olarak “Evet, olması gerek” derim, ama bir tarihçi olarak yanıtım “Bilmiyoruz” olur. Biz tarihçiler bu soruyu sormadık.

2011 yılının sonları ya da 2012’nin ilk aylarıydı. Suriye’de siyasi değişim talebiyle başlayan halk ayaklanması devlet tarafından şiddetle bastırılmıştı ve çirkin bir savaşa dönüşmekteydi. Binlerce Suriyeli mülteci, evlerini, tarlalarını, köylerini, mahallelerini terk edip kuzeye kaçmak zorunda kalmıştı. Halep’i, Cerablus’u, Münbiç’i, Rakka’yı, Der Zor’u arkalarında bırakıp, Türkiye’nin güneyindeki mülteci kamplarına sığınmış, kimileri de Antakya, Kilis, Antep, Urfa, Mardin, Adana gibi şehirlere, hatta İzmir’e, İstanbul’a gitmişti. Suriye’deki trajedinin ilerleyişini takip ederken, yüz yıl önce yaşanan bir başka zorunlu göç dalgasını hatırlamıştım. Olup bitenler, bana Birinci Dünya Savaşı’nı, tehcirleri, toplama kamplarını ve kuzeyden güneye sürülen Osmanlı Ermenilerine ve Süryanilerine yönelik katliamları hatırlatmıştı. Antep’ten ayrılmak zorunda kalıp Der Zor’a sığınan, ardından Halep’e yerleşen ailemi hatırlatmıştı.
Arada yüz yıllık bir zaman dilimi ve bağlam açısından önemli farklılıklar bulunmasına rağmen, benim zihnimde, iki olay arasında bir bağlantı vardı. İkisinde de gördüğüm şey, devlet şiddetinden kaçan sivil halklardı. Devlet kendi tebasının (halkların siyasi haklarının olmadığı durumlarda ‘vatandaş’ kelimesi yetersiz kalıyor) bir bölümüne karşı, etnik-dinî kimlik temelinde ayrımcılık uyguluyordu. 1915’teki kitlesel şiddetle, yüzyıllar boyu Osmanlı İmparatorluğu’nun işleyişine temel olan ilkeler yıkılmıştı. Yıkanlar, çok geniş bir Türk imparatorluğu hayaline ve ellerinde bulunanı da kaybetme korkusuna kapılmış bir grup ketum ideologdu. Tüm ideolojik söylemlerin ardında, bir iktidar ve bireysel zenginleşme arzusu vardı. Kurbanlarının varlıklarına el koydular. 2011’deki kitlesel şiddetin amacı, 1970’ten beri iktidarda olan ve Arap dünyasını birleştirmeye dönük, azametli pan-Arap birliği vaatlerinde bulunan ama Suriye halkının birliğini bile yıkan Esad ailesinin hanedanlık yönetimini muhafaza etmekti. 
Bana, 1915 yılının sıcak yazında Suriye çölünde güneye doğru yürüyen sürgünler ile 2012 yılında, varil bombalarından kaçmak için kuzeye doğru ilerleyen mülteciler arasında bir bağlantı olup olmadığını sorarsanız, sezgisel olarak “Evet, olması gerek” derim, ama bir tarihçi olarak yanıtım “Bilmiyoruz” olur. Biz tarihçiler bu soruyu sormadık.
Elinize modern Ortadoğu’nun, hatta Birinci Dünya Savaşı’nın genel tarihini anlatan bir kitap alın. 1915 soykırımına dair herhangi bir değiniye rastlamanız çok düşük bir ihtimaldir. Ermeniler, Süryaniler ve Rumların tarihine rastlamanız da çok düşük bir ihtimaldir – sanki bu üç halk Ortadoğulu değilmiş gibi... Rumlar Avrupa’ya, Ermeniler Kafkasya’ya sürülmüş, Süryaniler hepten unutulmuştur. Söz konusu coğrafyada binlerce yıldır, Arapların ve Türklerin gelmesinden çok daha önceki zamanlardan beri varlığını sürdüren bu üç ulus, daha doğrusu Ortadoğu medeniyeti, bugün yalnızca o topraklardan değil, o toprakların kolektif hafızasından da sürgün edilmiş durumda.
Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan olaylar, yüz yıl sonra bugün Ortadoğu’nun üzerine çökmüş durumda. Aradan yüz yıl geçti, Ortadoğu’da ‘büyük’ savaş bitmedi. Bununla kastım, savaş, kitlesel şiddet ve soykırımın Ortadoğu’nun doğasında var olduğu ya da İslami toplumlara özgü olduğu değil. Bu tür iddialar, ancak iddia sahibinin cehaletine işaret eder. En korkunç savaşlar, en korkunç gaddarlıklar, Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, Avrupa’daki Yahudilerin yok edilmesi, bir dizi sömürge savaşı ve sömürgeleştirilen halklara dönük katliamlar, Avrupalı, sömürgeci imparatorlukların, yani parlamenter demokrasi ve pazar ekonomisine dayalı çağdaş uygarlığın kaynağında yer alan toplumların eseriydi.
Tarih alınyazısı değildir. Kendini tekrar etmek zorunda değildir. İnsanlar geçmişteki hatalarından ders çıkarabilir, gelecekte bunları düzeltebilirler. Ancak bu açıdan, Avrupa ile Ortadoğu arasında büyük bir fark var. Avrupalılar tarihlerini bilirler; biz Ortadoğu’da tarihi inkâr ederiz. Avrupalılar geçmişlerinden, başarısızlıklarından, felaketlerinden ders alırlar. Biz Ortadoğu’da felaketlerimizi muazzam, destansı başarılar olarak görüp kutlarız. 
Osmanlı Ermenilerine soykırım uygulandığı, akademik çevrelerde ancak son onbeş yıldır kabul edilir oldu. Bu noktaya, neredeyse yarım yüzyıla yayılan bir sansür ve unutma ile, devamında gelen onlarca yıllık resmî inkârın ardından ulaşılabildi. Söz konusu inkârın kaynağı yalnızca Türkiye Devleti değil (buna karşı koymak kolay olurdu), aynı zamanda, Türkiye, Ortadoğu ve başka yerlerdeki, kayıtsızlıklarıyla sessizliği ve inkârı mümkün kılan üçüncü taraflardı. Sonuç olarak, eksik verilerle, yanlış kanılar ve kara delikler barındıran bir modern Ortadoğu tarihi anlatısı oluşturduk. Tarihi bilmeden, ondan nasıl ders çıkarabiliriz ki?
Tarihimizi inkâr edebilir, geçmişimiz hakkında yalanlar söyleyebiliriz. Bunu yaptığımızda sadece kendimizi kandırmış oluruz.