OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Türkiye Avrupa’yı bitiriyor

Bunu tek başına yapmıyor tabii. Hatta, Avrupa’yı ‘bitiren’ faktörler arasında en üst sıralarda da yer almayabilir ama bir rol oynuyor. Önce Avrupa’nın bitmesiyle kastımız nedir kısaca onu açıklayalım, sonra Türkiye’nin devlet ve ülke olarak bundaki payına bakalım.

Avrupa devletleri ve toplumları, bırakın çağlar boyunca medeniyetin ve barışın kaynağı olmayı, 19. ve 20. yüzyıllarda küresel şiddetin en büyük kaynağı oldu. Hem Avrupa kıtasının kendisinde, hem de dünyanın geri kalanında. Fakat, iki büyük ve yıkıcı dünya savaşından sonra, 20. yüzyılın ikinci yarısında, merkezinde insan hakları kavramı ve hukukunun olduğu, özellikle Avrupa’da görece istikrar ve barış getiren bir sistem kurmayı başardılar. (Bir Bosna faciası da bu dönemde yaşandı ama onu ayrıca masaya yatırmak lazım.) Bütün eksikliklerine ve eleştiriye açık noktalarına rağmen farklılıkları özgürlük ve barış içinde yaşatmaya namzet bir sistem olarak ortaya çıktı. Kaldı ki, başka bir coğrafyada bu açıdan ona alternatif olacak bir model de oluşmadı. Avrupa, bu dönemde oluşturduğu değer ve kurumlarıyla insan hak ve özgürlüklerinin korunmasında ve bunlar temelinde bir siyasi ve sosyal düzen oluşturmada bir ideal ve bir hakem konumunu aldı. ‘İkiyüzlülükleri’, çelişkileri hep olsa da bu değer ve kurumlar sistemi bir ideal ve bir hakem olma konumunu sürdürdü. Ayrıca, barışçıl toplum düzenine dair umudu canlı tuttu. Avrupa’da başarılabiliyorsa başka yerde de başarılabilirdi, en azından teorik olarak bunu umabilir ve tartışabilirdik.

Fakat, bu konumunun ciddi biçimde sarsıldığı zamanlardan geçiyoruz. Arada bir tavuk-yumurta çelişkisi olsa da, bu düşüşün sebepleri arasında artan mülteci nüfusundan ve daha da artacağı baskısından, kimi Avrupalı politikacılarının en hafif tabiriyle yıkıcı ideoloji ve politikalarından ve kimi politikacıların da bunlar karşısındaki basiretsizliğinden, başka bir deyişle sağ popülizmin yükselişinden veasire bahsedilebilir. Türkiye’nin rolü de işte bu sebepler arasında devreye giriyor, zira Macaristan, Rusya, Türkiye gibi ülkelerde devletleri ele geçiren rejimler, İkinci Savaş sonrası oluşturulan Avrupa değer ve kurumlar sistemine hem ‘içeriden’, hem ‘dışarıdan’ meydan okuyorlar. Kopardıkları her taviz veya hak edip de almadıkları her karşılık, Avrupa’yı bir nebze daha bitiriyor, bir ideal ve bir hakem olma rolünden hızla uzaklaştırıyor. Bu, kimilerinin sandığının aksine, iyi bir şey değil, çünkü yaşanan sadece ‘Avrupa/Batı hegemonyası’nın bitmesi değil. Kimileri bunu böyle görüp seviniyorlar ama aslında biten, bütün eksikliklerine rağmen bir ‘insan hakları rejimi’dir. O rejim ki, özellikle devletler gibi güçlü ve zorba yapılar karşısında zayıf kalan kişi ve gruplara hatırı sayılır kazanımlar getirmiştir.

Son senelerde Avrupa-Türkiye ilişkisinde bu gidişata katkıda bulunan birçok örnek olay ve an yaşandı. AİHM’in, Demirtaş’ın serbest bırakılması gerektiği yönündeki kararından sonra yaşananlar son halka oldu. Erdoğan, bu kararın kendilerini bağlamadığını, yani Avrupa’nın önemli bir kurumunu aslında tanımadığını alenen ve fütursuzca ilan etti. Dediği gibi de, “nihai hamle”sini yaptı ve tahmin edildiği üzere, hakkında açılan davalardan birinde Demirtaş’ın mahkûmiyeti kesinleştirildi, böylece salıverilmesinin önüne geçildi. (AİHM’nin kararında, diğer mahkûmiyetlere katılmakla birlikte, 18. maddeden verilen mahkûmiyete, yargının iktidarın emrinde veya yönlendirmesinde olduğuna dair yeterli kanıt olmadığını söyleyerek, muhalefet şerhi yazan Türkiyeli AİHM yargıcı Işıl Karakaş, Erdoğan’ın “nihai hamlemiz” ifadesinden sonra alelacele gelen bu mahkûmiyet kararıyla artık ikna olmuş mudur acaba? Tabii, ondan önce yerel mahkemenin “AİHM kararı nihai değil” diyerek tutukluluğun devamına karar vermesinden sonra ikna olmamış ise...) Avrupa, Türkiye ve Erdoğan tarafından bir kez daha küçük düşürülmüş oldu. Fakat, hem kendi çelişkileri, hem de çıkarları dolayısıyla bir kere daha kulaklarının üstüne yatmayı tercih ettiler. O kadar ki, bu artık Avrupa ile Erdoğan rejimi arasında neredeyse bir danışıklı dövüş haline geldi. Türkiye’nin her hak ihlalinde Avrupa biraz ‘endişe duyuyor’, biraz homurdanıyor, Erdoğan kendi bildiğini okuyunca havalara bakıp ıslık çalıyor. Daha fazlasını ne kadar yapabilirler tartışılır ama zaten yapmak istediklerini de düşünmüyorum. (Bu konulara şurada ve şurada değinmiştim.)

Avrupalı siyasetçiler, daha yakın vadedeki birtakım bedel ve risklerden kaçınmak için uzun, hatta orta vadede daha ölümcül olacak riskler yaratıyor olabilirler. Zira, başka ülkelerde de olsa insan hak ve özgürlüklerini korumada takınılacak ürkek ve mütereddit tavırlar, genel olarak bu kavramların zayıflamasına, meşruiyetlerinin zayıflamasına yol açacaktır ve şüphesiz, bunun Avrupa devletlerinin halklarına vereceği bir mesaj da olacaktır. Başka, hatta yanı başındaki ülkelerdeki insan hakkı ve hukuku ihlallerine kayıtsız kalan Avrupalı siyasetçiler, bu ilkeler üzerinden kendi toplumlarına nasıl barış ve birlikte yaşam mesajı verecekler? Yok, bunu umursamıyorlarsa, kendi iç barışlarını nasıl koruyacaklar? Zaman, tutarlı biçimde her yerde ve zeminde insan hak ve özgürlüklerine sahip çıkma zamanı. Ürkütücü derecede tanıdık ırkçı söylemlerin Avrupa’da –ve ABD’de– yükseldiği bu zamanda ihtiyacımız olan, tam da insanın insan olmaktan gelen haklarını ve özgürlüklerini inatla savunmak. Yükselen küresel popülist sağ ve ırkçı dalga karşısında en az onun kadar girişken, atik ve karşıtı gibi küresel bir muhalefet oluşturulamazsa bu senaryonun ucu maalesef açık. Böyle bir muhalefet de Türkiye ve diğer ülkelerdeki hak ihlallerine göz yumularak kurulamaz. Kaldı ki, inandırıcı ve etkili hakemlik vasfını yitirmiş, Erdoğan suratlarına her tükürdüğünde “Yağmur yağıyor” havalarına giren Avrupalı siyasetçiler, insan hakları söylemi üzerine temellendirdikleri sözlerini devlet olmayan diğer yapı ve örgütlere nasıl dinletecek? Adama demezler mi, “Gücün bana mı yetiyor?” diye. Ancak adil ve kararını uygulatabilen bir merci hakem olabilir.