OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Sanal seçim

Devlet bir şeye engel olmak istiyorsa, bırakın kendi görevlileri eliyle yapsın bunu, siz devletin tetikçisi olmayın. Sonra sorumluluk sizin üzerinize kalır.

Seçim olmayan bir seçim süreci ilerliyor. Bir kandırmacadır gidiyor. Herkesten de bu senaryonun gönüllü figüranları olmalarını bekliyorlar. Meşrep genişliği meselesi. Benimki o kadar geniş değil; onun için de, yaptığım işin gereği olarak doğru bildiğime doğru, yanlış bildiğime yanlış demeye devam edeceğim. 
Şurası belli ki devlet görevlileriyle Ermeni toplumundan birileri arasında ortaklaşılan bazı amaçlar var. Hangi taraf başı çekiyor, tam olarak söylemek zor olsa da ortada bir işbirliği, bir ‘kafa kafaya verme’ var. Patrik Mutafyan’ın ölümünden sonra seçim artık kaçınılmaz olunca iki taraf da istemedikleri aday(lar)ı elemek için muhtemelen beraberce mesai yaptılar. Tabii, bunu nasıl yapacaklarını düşünmek için zamana ihtiyaçları vardı. Onun için, önce “Kırk günlük yasa giriyoruz” bahanesini uydurdular. Bir yandan da defteri, kitabı açıp derslerine çalıştılar. Sonra yas süresi bitti. Adaylara mektup gidecek diye beklerken, bunun için talimatnamenin bekleneceği söylendi. Buna gerek yoktu, neden beklendi? İnsan ister istemez, demek ki bu veya buna benzer bir kısıtlamanın geleceği biliniyordu, talimatname onun için beklendi diye düşünüyor. Çalışmaları neticesinde Nizamname’deki ‘mahsusluk’ ibaresini keşfettiler ve alıp talimatnameye koydular. Minareye kılıf aranıyordu, o da ‘mahsusluk’ta bulundu. 
Talimatnameye itiraz edilmemesinin gerekçelerinden biri de, söylendiğine göre, sürecin senelerce uzayacak olması. Hem zaten on küsur senedir belirsizliğin sürmesinden, hem de Türkiye’de davaların çok uzamasından dolayı, birçokları bu gerekçeyi kabul etmeye hazır. Evet, Türkiye’de davalar uzun sürüyor ama elimizdeki durumda ortada çok açık bir AYM kararı var. Doğru kullanılabilirse dava süresini kısaltması muhtemeldir. Diyelim ki yine de uzun sürdü. Sürsün. Hak kaybetmek süre kaybetmekten daha kötü. “Geç gelen adalet, adalet değildir” dense de, geç gelen adalet, adaletin hiç olmamasından iyidir. Deniyor ki, “PGV ile geçen yıllara itiraz etmediniz mi? Değabahla yıllar geçirmek sorun olmayacak mı?” Arada çok önemli farklar var. Vekillik, uydurulmuş, gayrimeşru bir emrivaki, bir makam gaspıydı. Değil yıllar, bir hafta bile orada durması caiz değildi. Davayla uzayacak bir süreçte ise kimse Kilise’nin ve demokrasinin kurallarına göre seçilmiş değabah için gayrimeşru diyemez. İdari ve adli bir zorunluluktan dolayı görevi uzamış olur sadece. Değabah Maşalyan, böyle bir gecikmeyle orada “örümcek bağlamak” istemediğini söylüyor. Tabii, kişisel tercihidir, kimse kimseye zorla bir şey yaptıramaz. Böyle bir durumda istifa müessesini işletir ve yerine yeni bir değabah seçilir. 
Değabah, Feriköy’de katıldığı toplantıda neden itiraz edilmemesi gerektiğini anlatırken, birbiriyle çelişkili iki pozisyon alıyor. Önce, mahsusluk şartının 1863 Nizamnamesi’nde var olduğunu, Kalustyan’ın 1961’deki seçimi sırasında, ondan başka aday olmadığı için kaldırıldığını, sonra da öyle devam ettiğini ama şimdi esasa dönüldüğünü söylüyor. (1950 seçimlerine Karekin Haçaduryan’ın tek aday olarak girdiği gibi tarihsel olarak yanlış bilgiler de veriyor ama oralara girersek çıkamayız. Merak eden Talin Suciyan’ın ‘Modern Türkiye’de Ermeniler’ başlıklı kitabına baksın.) Yani, sanki her şey doğal mecrasında akıyormuş gibi anlatıyor. Peki, 1961’de bir gereklilik üzerine çıkarılan mahsusluk şartı, o gereklilik ortadan kalkınca neden tekrar konmadı, mesela 1998 seçiminde? Zaten akabinde kendisi de bu kısıtlamanın tek bir aday için getirildiğini, açıkça, hatta “Belki söylememem lazım” diyerek ifade ediyor. Öyleyse, bütün o tarihsel açıklamanın, kısıtlamanın ne kadar makul ve Ermeni toplumu kaynaklı olduğunu ispat etmeye çalışmanın bir anlamı kalmıyor. Konuşmanın sonu, başını gereksiz hale getiriyor. Ayrıca, açık açık, bir kişi için yurtdışındaki bütün adayların hakkının yenmesine razı olunmuş oluyor. “Efendim, onların gelmeye niyeti yoktu zaten” diyorlar. Nitekim, Değabah’ın o konuşmada söylediği başka bir şey, İstanbul Patrikhanesi’nin patrik olmak için pek de cazip olmadığı, dolayısıyla eski seçimlerden beri yurtdışındaki adayların gelmek istemediği. Doğru da, bu, Değabah’ın yurtdışındaki adaylara mektup göndermemesi için gerekçe olamaz. Onun görevi bütün doğal adaylara mektup göndermektir, cevaplar o resmî mektuba verilen resmî yanıtla kesinleşir. Ondan evvel her şey tevatür sınıfına girer. Yurtdışındaki bütün adaylara mektup gitseydi ve onlar gelmek istemeseydi, kim ne diyebilirdi? 
Devlet bir şeye engel olmak istiyorsa, bırakın kendi görevlileri eliyle yapsın bunu, siz devletin tetikçisi olmayın. Sonra sorumluluk sizin üzerinize kalır. Şöyle ki, hem Müteşebbis Heyet Başkanı Köletavitoğlu, hem de Değabah Maşalyan, talimatnamenin mahsusluk maddesinin sorun yaratacağını devlet görevlilerine söylediklerini ama onların direndiğini söylüyorlar. Peki, talimatnamenin ilgili maddelerinin (“devletin güvenine mazhar olma” maddesi de hukuka aykırıdır ve o da dava edilmelidir) iptali için açılacak davaya idarenin nasıl bir yazılı savunma göndereceğini zannediyorsunuz? “Hosrof Bey ve Sahak Bey çok söylediler ama biz dinlemedik, özür dileriz” demeleri biraz zor. “Biz talimatnameyi gönderdik, Ermeni toplumunun yetkili makamlarından bir itiraz gelmedi” diyecekler mahkemeye. Yani, Değabah’ı ve Müteşebbis Heyet’i öne sürecekler, suçlu onlar olacak. 
Peki, şimdi ne olacak? Nasıl bir seçim olacak? Bu seçime seçim denir mi? İnsanlar hiçbir şey olmamış gibi oy vermeye giderler mi? Onları oy vermeye ikna etmek için neler yapmak lazım? Bunları yakında ele alacağız ama zaten Sebuh Çulciyan’ın, “Talimatnameye itiraz edin, ben aday olmayacağım” çıkışından sonra gerek iki aday, gerek Müteşebbis Heyet için yeniden değerlendirilmesi gereken bir durum çıktı ortaya. Hiçbir şey için geç değil. Yanlıştan dönüp dönmeyeceklerini görelim, sonra yukarıdaki sorulara odaklanalım. Şimdilik şu kadarını söyleyelim ki, insanları boykottan vazgeçirecek tutum, adayların toplumumuzun temel sorunu olan kısıtlı çevrelerin kendi kararlarını bütün topluma dayatmalarına yol açan yapı dışında hareket edeceklerinin, toplumun çeşitli kesimlerini karar süreçlerine katacaklarının işaretini vermeleri olur.