Bir esaret hikâyesi

BETÜL BAKIRCI

İlk olarak Arakel tarafından 1888’de basılan ‘Sergüzeşt’, 1924’te, Kitaphane-i Sudi’den ikinci baskısı okuruyla buluştu. Bizim bu sayıda yer vereceğimiz ‘Sergüzeşt’ (2019), bu zamana kadar yayımlanan çevrimyazılarından bir bağlamda ayrılıyor. Can Yayınları tarafından Eylül ayında baskısı yapılan Samipaşazade Sezai’nin bu eseri Fatih Altuğ’un kaleminde yeniden şekilleniyor. Altuğ, romanın yorumlanma imkânlarını çoğaltmak gayesiyle açıklayıcı dipnotlar kullanıyor. Çerkes paltolu küçük kız Dilber’in elinden tutarak dolaştığımız sokaklar 1880’li yılların İstanbul’una bir pencere açıyor. Bu pencereye paralel şekilde romana yerleştirilen harita ve görseller de romandaki mekânların zihinlerdeki tahayyülünü arttırıyor. Dolaşan kızın hikâyesi bu kadarla sınırlı kalmıyor elbette. Dilber bir köle kadın olarak büyüyor romanda. Aşmak ve kurtulmak istediği konakların duvarları demir parmaklıklara dönüşerek Dilber’in trajik sonunu hazırlıyor. Bu hikâye için Samipaşazade Sezai mukaddimesinde şöyle diyor: “…. ‘Sergüzeşt’e esaret aleyhinde başlamış ve ‘hürriyetine’ diyerek nihayet vermiştim” (12. sayfa). Anlatıcının çabası köle kahramanda vücut bulurken kadınlık/erkeklik, esaret/hürriyet gibi kavramları 19.yüzyıl Osmanlısı içerisinde düşündürtüyor. Biz de bu yazı boyunca Dilber’in hürriyete giden hikâyesine tarihsel ve mekânsal bağlamda tanıklık etmeye çalışacağız. 

İstanbul’u dolaşmak

Dilber, Batum’dan Tophane’ye, bir vapurun içinden ayak basar İstanbul’a. Elini tuttuğu esirciyle beraber dolaşır sokakları. Galata Köprüsü’nden Yeni Cami’ye, Beyazıt Meydanı’ndan Aksaray’a esircinin “Yürü!” komutuyla yürür. Bu yolculuk küçük kızın satılacağı eve kadar devam eder. Dilber ile esirci dolaşırken sokakları, anlatıcı muhataplarına mekânları açık eder. Dilber buralardan geçmiştir, bilmez adımlarla yürümüştür İstanbul’u. Dilber’in satılacağı eve doğru yolculuktayken esirciyle dolaştığı mekânlar, romanda Bibliothéque National’dan alınan Stolpe’un haritası ile Hakkı Ayverdi’nin ‘19. Asırda İstanbul Haritası’ndan yararlanılarak canlandırılmıştır. Ancak Dilber’in şehir deneyimi Yüksek Kaldırım’da yarım kalmış ve bir konağın kapısından içeri, yeni hayatına adım atmıştır. Mustafa Efendi Konağı, Dilber’in ilk kez esareti deneyimlediği mekândır. 

Büyüyemeyen Kleopatr

Mustafa Efendi Konağı’nda geçen esir yıllardan sonra Dilber’in hikâyesi Celal Bey isimli ressamın hikâyesine karışır. Artık başka bir konakta halayık olacaktır. Ve bu konakta Avrupa görmüş evin küçük beyi ile aşk yaşayacaktır. Bu bey elbette Celal Bey’dir. Kendisinde aşktan eser olmadığı dile getirilen Celal Bey’i, ‘Kleopatr’ adını verdiği bu kız etkileyecek, onda bazı arzular uyandıracaktır. Dilber ise kendisini bu konakta bir oyuncak gibi hissetmektedir. Celal Bey’in kılıktan kılığa sokarak resimlerini çizdiği büyüyemeyen bir çocuktur o. Duyguları, bedeni hiçe sayılır ve onların dokunulmazlığı Celal Bey tarafından ortadan kaldırılır. Çocukluk yıllarında yaşadığı esaret deneyiminin ruha yaslanan tarafı da içerisinde hem arzu hem nefreti barındıran duyguların yoğunluğunun artmasını beraberinde getirecektir.  

Dilber’in üstü başı yırtık, başı omzuna düşmüş ağlarken Celal Bey tarafından fark edildiği an,  anlatıcı tarafından sanki bir tiyatro sahnesiymişçesine canlandırılır: “Dilber artık oyuncak değildi, Kleopatr, Juliet’e tahavvül etmekteydi” (59) diyen anlatıcı, Dilber’e hâlihazırda teatral edasını da vermiş bulunur. Julietleşmiş, arzu uyandırmaya başlamıştır. 

Celal, arzusunun karşılık bulacağını anlayınca, iki genç birbirlerine, duygularını açmaya başlarlar. Gece boyu muhabbetle itirafta bulunurlar. Dilber’in Celal Bey’den şikayet eder bir hâli kalmamıştır. Çünkü Dilber artık bir oyuncak ya da halayık değildir beyin gözünde. Onun aşığıdır. 

Köle kız

Hikâye Dilber’in lehine ilerlerken Celal Bey’in annesi Zehra Hanım tarafından kesintiye uğratılır. Dilber’i oğlu için tehlike olarak gören anne, onu evinden atar ve Dilber, başka bir konağa satılır. Dilber’in esir kimliğinden ayrılmasının imkânları bu noktada sorgulanmaya başlanır. Dilber bu karara karşı çıkabilecek midir? Köle kızın hikâye içinde erimemesi mümkün müdür? Sanki anlatıcı Dilber’i uzak diyarlara – Mısır’a- gönderirken bu hikâyede onun hürriyetinin başka türlüsüne kapı aralıyordur. 

Mısır’da bir saraya satılan Dilber için günler geçmemektedir. Kurtulmak ister ama nasıl? Kendini aşan etkenlerle başa çıkamayan Dilber’in kaderi, saraydaki diğer köle Cevher Ağa ile karşılaşmasıyla değişecektir. Cevher onu kurtarmak ister. “Demirleri kırar, bütün mevanii çiğner, sarayın kanatlarını söker” (114. sayfa). “Dilber’in (…) hürriyetine diyerek nihayet vermiştim” denilen ‘Sergüzeşt’ hikâyesi amacına ulaşacaktır. Ancak Dilber’in büyüyemeyen, çocuksu hâli bu kaçışı da değerlendiremez. Ve anlatıcı hürriyeti, ‘intihar’ ile estetikleştirme yoluna koyulur:

“(…) Nehir merhametsiz! Ağaçlar hissiz! Bulutların arasında büsbütün kurtulmaya çalışarak neşr-i ziya eden ay kayıtsız! (…) Nil’in o soğuk, mühlik girdapları şarkın seması gibi saf, muhabbet gibi masum olan Dilber’i birkaç kere ka’rına doğru çektikten sonra artık sathına çıkarmıştı (…) Acaba Nil’in bu müthiş, bu mühlik girdap ve seylabeleri, bu zavallı Dilber’i, bu bedbaht esiri nereye götürüyor? Hürriyetine!” (119. sayfa)

Her ne kadar anlatıcı Dilber’in Juliet olduğunu söylese de Dilber büyüyememiş bir kahramandır. Kaçamamış, kaçsa da hayatla mücadele edememiş ve vazgeçmeyi seçmiştir. Aslında Dilber, Juliet’ten ziyade Ophelia’dır. Hikâyesine katılamamış, Ophelia gibi zayıflığının kurbanı olmuştur. İkisi de düştüğü nehrin sessizliğinde boğulmuşlardır.

Sergüzeşt

Samipaşazade Sezai

Can Yayınları

120 sayfa.


Kategoriler

Kitap ԳԻՐՔ