Eva Kazalidis'ten Tatavla anıları: “Hepsini yaşadım”

İstanbul’da Rumların Paskalya’dan 40 gün önce, ‘Temiz Pazartesi’ günü kutladığı ve ‘Baklahorani’ olarak adlandırdığı karnaval, 1941’de dönemin hükümeti tarafından yasaklanmış, 2009’da yeniden canlandırılmış ve 2014’e kadar yine sokaklarda kutlanmıştı. ‘Tatavla Karnavalı’ olarak da anılan Baklahorani, bu yıl, Şişli Belediyesi Kent Konseyi’nin girişimleri, Kurtuluş Rum İlköğretim Okulu Vakfı Yönetimi’nin katkılarıyla, yine sokaklara taşınıyor.

İstanbul’da Rumların Paskalya’dan 40 gün önce, ‘Temiz Pazartesi’ günü kutladığı ve ‘Baklahorani’ olarak adlandırdığı karnaval, 1941’de dönemin hükümeti tarafından yasaklanmış, 2009’da yeniden canlandırılmış ve 2014’e kadar yine sokaklarda kutlanmıştı. ‘Tatavla Karnavalı’ olarak da anılan Baklahorani, bu yıl, Şişli Belediyesi Kent Konseyi’nin girişimleri, Kurtuluş Rum İlköğretim Okulu Vakfı Yönetimi’nin katkılarıyla, yine sokaklara taşınıyor.

Bu vesileyle, Kurtuluş Rum İlköğretim Okulu’nun salonunda, 1934 Tatavla doğumlu Evangelia Kazalidis’le buluştuk ve ondan 40’lı yılların Tatavla’sını, Baklahorani geleneklerini ve 6-7 Eylül pogromuna dair tanıklıklarını dinledik.

O Tatavla nereye gitti?

Biz yedi kuşak Tatavlalıyız. Altı yaşımdayken bu okulda okumaya başladım ve buradan mezun oldum. Son durakta, otobüslerin olduğu yer eskiden bomboştu. Paskalya günlerinde o meydanda üç-dört tane fayton, salıncak ve dönme dolap olurdu. O dönem babamdan sürekli 25 kuruş isterdim. Dört kız faytona biner, Mecidiyeköy’e gezmeye giderdik. Ev mev yok, her taraf arsa... Fayton ta Mecidiyeköy’e kadar gider, sonra geri gelirdi. Dönünce babamızdan tekrar para alıp aynı gezintiyi tekrar tekrar yapıyorduk. 1940’ların ortalarından söz ediyorum.

Kurtuluş’un eskileri, yani artık hayatta olmayanlar yerlerinden kalkıp semtin bugünkü halini görseler, inanın, mezarlarına dönerler. Çocukluğumda sokakta herkes nasıl şık, nasıl güzel giyinmiş olurdu, anlatamam. Tatavla’dan Tepeüstü’ne kadar... Bluzla bile çıkılmazdı dışarı. Erkeklerin hepsi fötr şapka, kravat takardı. Baston kullananların bastonlarının üstü gümüştü hep. Herkes birbirine “Kalimera” derdi. O Tatavla nereye gitti? Şimdi insanlar yürürken omuz atıyor, ben dönüp “Pardon” diyorum, oralı bile olmuyor. Bir gün arkamdaki biri yere tükürdü, “Lütfen, yapmayın” dedim, “Sana ne? Önüne bak!” diye cevap verdi. Bu insanlarla muhatap olamazsın artık.

40’lı yıllarda Baklahorani

Hilton’da balolar olurdu. Fakirlere yardım için para toplanırdı. Katılım da çok olurdu. Herkes çok şık giyinirdi o balolarda. Oruçtan önceki gün de balo olurdu. Gider, sabaha kadar eğlenirdik. O gün bir sürü şey yenirdi ama o sofraların olmazsa olmazı favaydı. Fava şart! Yer, içer, eğlenirdik, ertesi gün oruca başlardık. Çok güzel günlerdi.

Tatavla’da Baklahorani’yi hem okulda, hem sokakta kutlardık. Orucun birinci günü, hepimiz eğlenirdik. Karnaval boyunca evimizin kapısı açık kalırdı. Çok iyi hatırlıyorum, sekiz-dokuz yaşlarındaydım, maskara giyiniyordum. Biri gitar, öteki akordeon çalan iki kişi, şarkı söyleyerek eve girdi. Tanımıyoruz. Eve girip şarkı söylüyorlar yani. Biri tam şarkı söylerken babam ağzına zeytinyağlı dolma soktu, “Hadi, şimdi söyle” dedi. Söyleyemedi tabii. Hiç unutmuyorum bu ânı. Çaldılar, gittiler. Onlar gitti, başkaları geldi. Bu durum bir döngü halinde sürerdi.

Baklahorani’de akşam kapının önüne çıktım, mehtap var. Nasıl olur? Hava aydınlanmış, her taraf ne güzel görünüyor ama! Lamba vs. yok o zaman, sadece mehtap var. Herkes şarkı söylüyor. Bir süre sonra bir baktım, at arabası geldi sokağa. Korktum, “Ne arıyor burada?” diye düşündüm. Arkasından bir tane daha. Şarkı söylüyorlar, at arabasından inip evlere giriyorlar, “Kalispera” diyorlar herkese.

Beyoğlu’ndan Tatavla’ya 6-7 Eylül

6-7 Eylül’ü yaşadım. Gözlerimle gördüm olanları. O zamanlar beyimle Nişantaşı’nda oturuyorduk. Ev işlerinde bize yardımcı olsun diye İmrozlu bir kız almıştık yanımıza. Sokakta 20-25 kişi, ellerinde Türk bayraklarıyla geçiyordu. “Ne oluyor?” diye düşündüm. Geçtiler, o kadar. O zamanlar Nişantaşı’nda çok gayrimüslim yoktu, herkes Türk’tü. Bir süre sonra eşim telefon açtı, “Eve zor geleceğim” dedi. Dükkânı Beyoğlu’nda, Tokatlıyan’ın yanındaki sokaktaydı. “Beyoğlu’nda 5-10 bin kişi, ellerinde topuzla dükkânlara saldırıyorlar” dedi. Eve gelince de “Bilmiyorsun, vaziyet çok kötü” diye anlattı. Bir Rum, eskiden Etap Otel’in olduğu yerde bir mağaza açmıştı. Üst kattan buzdolaplarını, çamaşır makinelerini, her şeyi sokağa atmışlar.

Radyoyu açtık, oturuyoruz. “Bir Yunan Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba koydu” cümlesini duyar duymaz hepsi yağmaya başlamış. Saat gece 1 oldu. Örfî idare ilan edildiği haberini alınca “Çok şükür” dedik. Onun ardından, radyoda “Bombayı koyan, maalesef bir Türk vatandaşımız” dediler. Neyse, biz rahatladık. Ben de kürkümü tamire vermiştim bir terziye, Beyoğlu’nda. Ertesi gün kapıcıya “Gidelim mi?” diye sordum, “Tamam madam, gidelim” dedi. Güzelbahçe’den çıktık, yürüyoruz. Fransız Konsolosluğu’na daha varmamıştık, bir sessizlik... Sanki Hiroşima’ya bomba düşmüş, öyle bir sessizlik. Kimse yok. Sinemada görsem korkarım. İnci Pastanesi’nin önündeydik, ne cam var, ne çerçeve. Her yerde boya... Tatlılara ne döküyorlarsa artık, işte o boyalardan. Yürüyemiyoruz. Bir şekilde ilerlemeye devam ettik Tünel’e doğru. Terzilerdeki kumaşları kesmişler. Kürkçüye gittim, “Ne oldu?” dedim. Gösterdi, bütün kumaşları kesmişler.

Galatasaray Meydanı’na helikopter indi. Menderes... Yanında dört-beş kişi daha var. “Siz ne yaptınız? Ben size ‘vur’ dedim, siz öldürdünüz” dedi. Cümleye bakın, “Ben size vur dedim, siz öldürdünüz”... “Vah, vah” diye iç geçirip durdu. E, kendi verdi emri, yağmalasınlar diye! Etrafa baktı, sonra da helikoptere binip gitti.

O zamanlar cam karaborsa oldu. Binlerce dükkânın camlarını kırmışlar, yetiştiremiyor kimse. Annem ve babam Kurtuluş’ta oturuyorlardı o zaman. Evimiz üç katlıydı. En üst kat yatak odası, orta kat salon, aşağıda da mutfak var. Telefon açtım, “Çok fena” dediler. Aya Triada Kilisesi’nin yandığını görmüşler. Benden altı yaş küçük kız kardeşim var, babam ona “Eğer eve girerlerse yukarı çık, kendini aşağı at” demiş. Kapının önünde durmuşlar, konuşuyorlarmış. Babam da içeride, onları dinliyor. “Hadi girelim” demiş biri, biri de demiş ki “Bu çorbacı çok iyi biri, fakirsever bir adam, boşver.” Biraz konuştuktan sonra eve girmemeye karar vermişler. Torunum 6 Eylül’le ilgili kitap yahut film çıktığında bana gösteriyor, ben de ona hep aynı cevabı veriyorum: “Ben hepsini yaşadım.”

Kategoriler

Kültür Sanat Müzik Dans



Yazar Hakkında

1990 İstanbul doğumlu. Kültür sanat, müzik, insan hakları ve güncel politika haberleri yapıyor.