Tetikçi gazetecilik hedefe doymuyor: Söz de öldürür

Günümüz basınının en büyük sınavı Tetikçi gazetecilik, her gün farklı bir gündem ve isimle faaliyette. Gazetecilik “tanımı gereği” şantaj, karalama, kirletme, yalan haber, yıpratma gibi unsurları içermez ama yıllardır çözümsüzlüğe terk edilmiş, popülist siyasetin malzemesi kılınmış Ermeni ve Kürt Sorunu, ırkçı, tetikçi gazeteciliğin beslendiği en önemli iki kaynak niteliğinde.

Siyasi konjonktürden güç aldıkça pervasızlaşan bu tür yayıncılığın dünya ve Türkiye’deki örneklerine, bu örneklerde kimlerin, hangi toplulukların neden ve nasıl hedef gösterildiğine ve en önemlisi bu hedef göstermenin siyaset tercihleri açısından neler söylediğine bakmak istedik.

KARİN KARAKAŞLI
karinkarakasli@agos.com.tr

Bazen tanımların kendisi hayatın gerçeğiyle öylesine çelişir ki, ortaya trajikomik sahneler çıkar. Gazete ve gazetecilik maddelerinin sözlük tanımına baktığımda tam da bunu hissettim: “Gazete, haber, bilgi ve reklam içeren, genellikle düşük maliyetli kâğıt kullanılarak basılan ve dağıtımı yapılan bir yayım olup halka güncel olaylara ilişkin bilgi verme amacı gütmektedir. Gazeteci, doğru haber ve bilgi kaynağına çabuk ulaşmak ve bu kaynaklardan edindiği bilgi ve haberleri okurlara sunma işini üstlenmiştir. Gazetecinin bu görevini yapabilmesi için habere, olaya, olguya, belgeye ve bilgiye dayalı yazılar yazması gerekir. Bunun için de gazetecinin güvenilir kişi olması zorunludur. Gerektiğinde hükümetlere ve güç odaklarına karşı savaşmayı göze alan insan, gazetecidir.”

İktidardan bağımsız bir gazeteciliğin imkânı üzerine çokça tartışılan bir dönemde, giderek artan oranda bir başka büyük tehlikeyle de karşı karşıyayız. Tetikçi gazetecilik, her gün farklı bir gündem ve isimle faaliyette. Hesapta gazetecilik tanımı gereği şantaj, karalama, kirletme, yalan haber, yıpratma gibi unsurları içermez ama yıllardır çözümsüzlüğe terk edilmiş, popülist siyasetin malzemesi kılınmış Ermeni ve Kürt Sorunu, ırkçı, tetikçi gazeteciliğin beslendiği en önemli iki kaynak niteliğinde. Siyasi konjonktürden güç aldıkça pervasızlaşan bu tür yayıncılığın dünya ve Türkiye’deki örneklerine, bu örneklerde kimlerin, hangi toplulukların neden ve nasıl hedef gösterildiğine ve en önemlisi bu hedef göstermenin kendisinin siyaset tercihleri açısından neler söyleyeceğine bakmak istedik.

Son olarak Medya Derneği’nin düzenlediği, Başbakan Erdoğan’ın da katıldığı toplantıda gazetecilere yönelik karalama kampanyasının ve hükümetin medyaya baskısının gündeme gelmemesi, tetikçi gazeteciliğin ardındaki iktidar desteği konusunda gazeteciliğin suskun kalarak biat etme hali açısından çarpıcı bir örnekti.

Son dönemde, Yeni Akit gazetesi ve ona yakınlığıyla bilinen Habervaktim isimli internet sitesi Türkiye medyasında nefret söyleminin bayraktarlığını yapan iki ‘yayın organı’ haline geldi. Bu gazete, 13 Şubat 2006’da Danıştay üyelerinin fotoğraflarını ilk sayfadan verip “İşte o üyeler” manşetini attıktan üç ay sonra bir saldırgan Danıştay’ı silahla basıp bir kişiyi öldürmüştü. Bu ‘eylem’in İslami kesimi hedef haline getirmek için ayarlanmış bir darbe komplosu olduğu anımsandığında, bu yayınları neden ciddiye almak gerektiği daha iyi anlaşılıyor.

Türkiye için büyük önem taşıyan Nefret Suçları Yasa Kampanyası’nı “Yahudiler ve eşcinseller başlattı” diye lanse eden Yeni Akit, son dönemde provokatif yayınlarını Kürt sorununa çözüm arayan isimler ve Ermeni Soykırımı’nın 100. yıldönümü dolayısıyla bu alanda yayın ve çalışma yapan kişi ve kurumlar üzerinde yoğunlaştırdı. İngiltere merkezli bir düşünce kuruluşu olan Democratic Progress Institute (DPI) tarafından, Kürt sorununda çözüm arayışları çerçevesinde düzenlenen bir dizi toplantıya katılan ve Kürt sorunun çözümü için hazırladığı “Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır?” başlıklı raporu kamuoyunda büyük ses getiren Cengiz Çandar, Taraf gazetesinde tabu sarsan yayınlarıyla Ahmet Altan ve Yasemin Çongar, söz konusu yayınların ortak hedefinde.

Tetikçi gazetecilik, Ermeni Sorunu’nun çözümü konusundaki girişimlerin öncülerinden Ali Bayramoğlu’nu “Ermeni kökenli”, “Ermeni tezlerini ırkçı bir saikle savunuyor” gibi mesnetsiz iddialarla hedef gösterirken; son günlerde de özellikle 1915: Ermeni Soykırımı isimli çarpıcı kitabı nedeniyle Hasan Cemal üzerinden hem Ermeni halkını aşağılıyor hem de Cemal’e karşı toplumdaki önyargıları harekete geçirmeye çalışıyor. Yeniçağ merkezli radikal sağ basında ise Hrant Dink Vakfı ve Agos hedef gösteriliyor.

Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe Girişimi’nin konuya dikkat çeken son duyurusu nefret suçunun içerdiği ölümcül tehlike açısından dikkat çekici: “Nefret söylemi, hele de basın yoluyla dile geldiğinde, çok tehlikeli sonuçlara yol açabiliyor. Misyonerlik karşıtı söylemlerin sonucunu Malatya Zirve Yayınevi katliamında, Ermeni düşmanlığının sonuçlarını Hrant Dink ve 24 Nisan 2011’de askerde öldürülen Sevag Şahin Balıkçı cinayetlerinde gördük. Kürt düşmanlığının sonuçlarını da her gün görmeye devam ediyoruz. Kürt sorununda barış arayışı içinde çaba gösteren insanların hedef alınmasının ise daha büyük siyasi ve toplumsal sonuçları olabilir.”

Faşizmin gölgesinde yeşeren karanlık

Tetikçi gazeteciliğin yeşerme ortamı baskı rejimlerine ve ekonomik olarak zor dönemlere denk geliyor. 1915’in tabu ilan edildiği Cumhuriyet tarihi boyunca derin bir suskunluk hüküm sürerken, gayrimüslim azınlığa yönelik kışkırtıcı yayınlar II. Dünya Savaşı koşullarının ağırlaştığı 1940’lı yıllarda belirgin olmaya başladı. O kadar ki Ermeni, Rum ve Yahudi toplumunun ekonomik çöküşüne ve toplu göçlerine yol açan önemli kırılma noktalarından 1942 Varlık Vergisi uygulaması basında ya kuru, yorumsuz devlet tebligatları şeklinde ya da şu örnekteki gibi ibretlik biçimde yer alıyordu: “Varlık Vergisini ödemiyenler: İlk kafile dün akşam Aşkale’ye yollandı. Kafile azalarından ikisi son dakikada 437,000 lira tediye ederek serbest bırakıldılar. Aşkale yolcuları tıbkı Uludağ seyahatine çıkar gibi giyinmişlerdi. Ayaklarında golf pantalonları, gözlerinde kar gözlükleri vardı. Vagon penceresinden duyulan ses: ‘Kuzum, mösyö Alber, para meselesini çabuk bitir, belki Ankara’dan dönerim!..”

Basının bu müdanasızlığının nereden kaynaklandığını anlamak içinse dönemin Başbakanı Şükrü Saracoğlu’nun Varlık Vergisi hakkındaki açıklamasını anımsamak yeterli. “Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında, bu kanun bütün şiddetiyle uygulanacaktır.”

6-7 Eylül 1955 olaylarına gelindiğinde ise, gazetelerin provokasyonu tetikleyici rolü sadece basın tarihine değil siyasi tarihe de not olarak düşülecekti. Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları başlıklı kapsamlı çalışmanın sahibi Dilek Güven, bir söyleşisinde hazırlık süreci ile ilgili şu bilgileri paylaşıyor: “Olaylardan bir sene evvel Kıbrıs Türktür Cemiyeti kuruluyor. Aslında Londra’daki Türk Konsolosluğu’nun tavsiyesi ile kurulan bir dernek. Denilen de şu: ‘Türkiye’nin Kıbrıs politikasının desteklememiz gerekir, çünkü bu döneme kadar çok pasif kalındı.’ Dernekte, Hikmet Bil, Orhan Birgit, Hüsamettin Canöztürk var. Bunlar kim? Hikmet Bil Hürriyet’te gazetecilik yapıyor. Kıbrıs olayını alevlendiren, önemini anlatan o. Hüsamettin Canöztürk öğrenci derneklerinin başkanı. Orhan Birgit CHP’de gazeteci… Gazete yazıları bu olaylardan 6-7 ay önce başlıyor. Milliyet’te şöyle bir haber var mesela: ‘ Bir Rum genci, Kıbrıs Rum’dur diye bağırdığı için dövüldü.’ Veya şöyle haberler: ‘İstanbul’da vapurlarda yüksek sele Rumca konuşuluyor, ne kadar ayıp.’ ”

Atatürk’ün Selanik’te evinini bombalandığı haberinin İstanbul Ekspres’te patlatılması üzerine kıvılcım da çakılmış oldu. Ayşe Hür’ün bu gazetenin o günkü performansına yönelik tespitleri de çok şey anlatır: “İstanbul Ekspres adlı 20-30 bin tirajlı küçük bir gazetenin Yazı İşleri Müdürü Gökşin Sipahioğlu, gazetenin sahibi Mithat Perin’i telefonla aradı ve ikinci baskı yapacağını, 300 bin gazete basacağını ve kağıt almak için nakit para istediğini bildirdi. Kâğıdın karaborsa olduğu bir dönemde bu kadar gazete basmaya yetecek kağıdın nasıl bulunduğu hâlâ cevaplanmayan bir soru olarak duruyor. Daha sonradan Gökşin Sipahioğlu’nun MAH’la (dönemin MİT’i) ilişkisi olduğu ileri sürülecekti. Kâğıt da bu yolla bulunmuş olmalıydı. Bazı kaynaklara göre 230 bin gazete basılmış ve dağıtılmıştı.”

Basının suçlulara yönelik öngörüsü de bir başka tetikçilik örneği olarak kayda geçecekti. Hürriyet’in manşeti şöyleydi: “Nümayiş gecesi tahrikât yapan otuzdan fazla komünist yakalandı!”

Savaş döneminin ve sonrasındaki yılların hassas güç dengeleri karşısındaki baskıcı ve ırkçı dalga, elbette en büyük ilhamını Almanya’dan alıyordu. Hitler 1933’te iktidara geldikten kısa süre sonra Almanya’nın 4 bin 700 gazetesinin büyük çoğunluğuna el koydu. 1941’de Nazi Partisinin Eher yayınevi Alman tarihindeki en büyük yayınevi olmuş, günlük gazetesi Völkischer Beobachter (Halkın Gözcüsü) ise 1 milyonluk tiraja ulaşmıştı. Bir başka Antisemit yayın olan Der Stürmer de rejim desteğiyle inanılmaz tirajlara ulaştı.

9-10 Kasım 1938 gecesi Almanya tarihinin utançlarından Kristallnacht (Kristal Gece) yaşandı. Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in teşvikiyle bir Alman diplomatın Paris’te Yahudi bir genç tarafından öldürülmesi gerekçe gösterilerek kontrolsüz bir yıkım ve zulüm gerçekleştirildi. Yağma gecesinde 7 bin 500 Yahudi işyeri, yüzlerce sinagog yakılıp yıkıldı ve 91 Yahudi vatandaş hayatını kaybetti. Ardından da Buchenwald, Dachau ve Sachsenhausen toplama kamplarına sevkiyat başladı. Dünya basını olayı bütün çıplaklığıyla yansıtırken Goebbels, Almanların “anlık öfkesi”nden dem vuracak ve yıkımın gerçek boyutlarını saklamak için büyük bir basın kampanyası yürütecekti.

Bir İngiliz firması olan Albertas Limited tarafından hayata geçirilen Zeitungszeugen (Gazete Tanıklıkları) adlı proje çerçevesinde Nazilerin yükseliş zamanlarına denk gelen 1930’lu ve 40’lı yılların gazeteleri yeniden basılarak satışa sunulduğunda, yeni kuşaklar da Almanya’nın o tartışmalı 12 yıllık sürecini öğrenebildiler. Gazete sayfalarında Hitler’in ırkçı söylemleri, Yahudilere karşı düzenlenen Kristallnacht katliamı, savaşın nasıl anlatıldığı ve Hitler müttefiklerinin gözlerinin nasıl boyandığı gibi bilgiler birinci elden aktarılıyordu.

Şirket başkanı Peter McGee’nin projeye dair yorumu çarpıcıydı: “Çağdaş tarih kitaplarını okumaktan nefret eden ama gerçekçi bilgi ve analizlere değer veren okuyucular için büyük bir şanstır.” Aşırı sağcı taraftarların, bu yeni basım gazeteleri alması ve onları birer propaganda aracı olarak kullanmaları ihtimaline ilişkin tartışmalar ise, Avrupa’da faşizm korkusunun ne derece kök salmış olduğunu gözler önüne seriyordu.

Mazlumun zulmü ya da domino ırkçılık

Yahudi Soykırımı felaketi sonrasında Filistin’in acıları pahasına kurulan İsrail devleti, zamanla başta Filistinliler olmak üzere Yahudi dışı topluluklara karşı dışlayıcı, ırkçı bir tutum benimsedikçe yeni hiyerarşiler ortaya çıktı. Günümüzde İsrail’de yaşayan 60 bin Afrikalı göçmene karşı yürütülen siyasi linç ve sınır dışı kampanyaları mazlumun zulmüne ibretlik bir örnek. İsrail basınında Afrikalı göçmenlerin tecavüz suçlarına karıştıkları yönde haberlerin çıkması ve başta Başbakan Benyamin Netanyahu olmak üzere birçok siyasetçinin sert söylemlerinden sonra İsrail halkı da göçmenler konusunda ikiye bölündü. Başkent Tel Aviv sokaklarına dökülen binden fazla kişi, Netanyahu’nun 'Şu an sayıları 60 bin olan casus göçmenler, ileride 600 bin olacak. Bu durum Yahudi ve demokratik İsrail devletini yok edebilir' sözlerine destek verdi. Yoldan geçen taksileri durdurup içinde göçmen arayan kalabalık, 'Tüm Afrikalılar sınır dışı edilmeli' sloganları attı. Hatta bazı bölgelerde Afrikalı göçmenler dövülerek hastanelik edildi. Öte yandan, Hükümetin göçmenlere yönelik geniş kapsamlı bir sınır dışı uygulamasına hazırlanmasının ırkçılık olduğunu savunan İsrailliler de 'Hepimiz göçmeniz' yazılı pankartlarla Afrikalılara destek oluyor.

Arap dünyasında da Antisemit yayınlar, İsrail devletinin tutumundan aldığı güçle giderek daha derine kök salıyor. İşin ilginci, global dünyada bu ırkçı yayınların etkilerinin, Antisemitizm’in tarihi adresi Almanya’yı bile vurması. Hamas’a bağlı El Aksa uydu kanalının çocuklara yönelik animasyon filmleri aracılığıyla yapılan Yahudi düşmanı yayınlar bir süre sonra durdurulsa da, bu kanalın ilham kaynağı Lübnan’daki Hizbullah yayını El Manar’da kendisini İsrail askerlerinin yanında havaya uçuran çocuklara dair programlar halen sürüyor. Uydu antenler bu tür yayınları Suudi Arabistan, Mısır, üzerinden Arap göçmenlerin de yoğun olarak yaşadığı Almanya’ya ulaştırabiliyor. Bu göçmenler içerisinde Antisemit hislerle Yahudilere yönelik saldırılar son dönemde yılda ortalama 33’ten 88’e tırmandı. Nazilerin 1938-45 arası kendi Antisemitizm propagandalarını güçlendirmek için özel yayınlarla İslam dünyasında da Yahudi karşıtlığı yaymaya çalıştığı anımsanırsa, bu gelişme tarihin kara mizahı gibi de okunabilir. Almanya basını, bir yandan da, Türk nüfusa yönelik ırkçı saldırıları “döner cinayetleri” başlıkları dışında doğru ve temiz bir şekilde yansıtma sınavıyla karşı karşıya.

Öte yandan, İsrail’de Başbakan Binyamin Netanyahu’nun koalisyonunda yer alarak siyaset üzerinde doğrudan söz sahibi olan aşırı sağcı kanat, ülkenin en çok satan üçüncü gazetesini de yönetecek. 1948’den beri yayımlanan, Yedioth Ahronot ve Israel Hayom gazetelerinin ardından en yüksek tiraja sahip olan Maariv, 21 milyon dolara askeri ve dış politika meselelerinde sert duruşuyla tanınan 47 yaşındaki Londra doğumlu işadamı Şolomo Ben-Tzvi’ye satıldı. Sol eğilimli Haaretz, gazetenin satışını “Ben-Zvi’nin Maariv’i almasının İsrail gazetecilik endüstrisini, hatta siyaset sahnesini yeniden düzenlemesi bekleniyor” yorumuyla duyurdu. İsrail’in en çok okunan ikinci gazetesi olan Israel Hayom, Netanyahu’ya yakınlığıyla bilinen Amerikalı Yahudi milyarder Sheldon Adelson tarafından finanse edilerek bedava dağıtılıyor. Gazete, Netanyahu hükümetine gözü kapalı desteği nedeniyle ‘Bibi (Netanyahu’nun takma adı) Post’ olarak nitelendiriliyor.

Memleketin öteki enflasyonu

Dışlayıcılık konusunda uzman kimi coğrafyalarda birden çok ‘öteki’ ile eşzamanlı mücadele veriliyor. Nitekim, bugünlerde utanç davası süren Malatya’daki Zirve Yayınevi katliamı da esasen yıllardır ısrarla sürdürülen anti Hıristiyan, Misyoner karşıtı yayınların ve Devlet destekli komploların bir ürünü. İsmail Saymaz’ın konuya ilişkin kitabında belirttiği üzere, örneğin Türkiye Gazetesi, her fırsatta “Misyonerlerin İğrenç Oyunları” başlıklı haberler yayınlıyordu. Gazete, “Misyonerler çeşitli yöntemlerle iyi niyetli yaklaşımlarla (!) insanlarımızı ağlarına düşürmek istiyorlar” diye yazıyordu.

Misyonerlik faaliyeti ile ilgili göz altına alınıp serbest bırakılan Hakan Taştan ve Turan Topal’a dair yapılan bir yayın ise başka bir soruna daha işaret ediyordu. O dönem Zaman gazetesi, Turan Topal’ı kastedip ayrımcı bir dil kullanarak, “Alevi dedenin misyoner torununa gözaltı” başlığını attı.

Bu noktada, memleketin Alevi fobisi için açılabilecek önemli bir parantez var. Uzun süre görmezden gelindikten sonra “Mum söndü” türü aşağılayıcı, rencide edici söylemlerle kuşatılan Alevi kimliğine yönelik Maraş ve Çorum katliamları, dönemin sağ-sol, Sünni-Alevi karşıtlıkları içine yedirilerek sürekli provokasyonlarla kışkırtılıp ustaca gerçekleştirildi. Aleviler açısından son büyük kırılma ise Sivas’ta Madımak Oteli’nde 33 Alevi konuk ve 2 otel görevlisinin can verdiği yangındı. 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta yaşanan olayları izleyen Sabah, Hürriyet, Sabah, Milliyet, Türkiye, Meydan gibi yüksek satışlı beş gazetede de 'olaylara Aziz Nesin’in yaptığı bir konuşmayla neden olması' öne çıkarıldı. Özgür Gündem ise çıplak gerçeği yansıtıyordu: “Devlet gözetiminde katliam.”

Bugünlerde HCK davasında “terörist” ilan edilmiş Kürt gazetecilerin isyanına tanık oluyoruz. Bir yandan da Kürt milletvekillerinin dokunulmazlığının düşürülmesine yönelik fezleke çalışmalarına ortam sağlayan “teröristle kucaklaşma” haberleri yoğun olarak işlendi. Oysa geçmiş dönem acılarından ders alınsa, 1994’te Leyla Zana’nın, grup arkadaşları Hatip Dicle, Selim Sadak ve Orhan Doğan ile birlikte tutuklanarak cezaevine gönderilmesi öncesindeki kışkırtıcı yayınlara gönül indirilmeyebilirdi. Aynı şekilde, Habur’dan devlet güvencesiyle giriş yapan PKK’lı ekibin tutuklanması ve barış umuduyla sevinen halkın provokatif yayınlarla hedef gösterilmesi de ciddi bir kırılma yarattı. Son dönemlerde Uludere-Roboski saldırısı ve ardı ardına gelen bombalama haberlerinde kullanılan dil de saflaşmanın derinleşmesine hizmet ediyor.

Örnekler sonsuza kadar çoğaltılabilir. Ama esas mesele, herkesin ırkçılığı kendisi dışında bir yerlerde görmesi, başkasına atfetmesi. Oysa basın en çok da bir ayna. Baktıkça birbirimizi yansıtıyor, kendimizi birilerinin karşısında konumladıkça duracak yer bulamıyoruz. Tetikçi gazetecilik hayatı cehenneme çevirmenin diğer adı. Çünkü söz de öldürür. Bu utanca dahil olmamak ve hayatı çoğaltmaksa özel mücadele gerektiriyor. En çok da yaşatan sözü bulmaya söz vermeyi.

KAYNAKLAR

Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, İletişim Yayınları, 2005.İsmail Saymaz, Nefret - Malatya: Bir Milli Mutabakat Cinayeti, Kalkedon Yayınları, 2011.

Bianet, Yeni Özgür Gündem siteleri, gazete arşivleri.

En tarihi ve en güncel ötekiler: Afrikalılar

Coğrafyalar değiştikçe bir kimliğe düşman olarak tanımlananların da farklılaştığını görüyoruz. Öte yandan, biraz yakından bakıldığında, geçmişte olduğu gibi günümüzde de, pek çok coğrafyada Afrikalı göçmenler üzerinde yoğunlaşan benzer dışlayıcılıklara rastlamak mümkün.

Bir dönem Apartheid rejimi altında verilen özgür basın mücadelesi bu acı tablonun ortasında anımsanmaya değer kıymetli bir deneyim. 1980’li yıllarda ana akım medyanın dışına çıkarak Grassroots isimli alternatif gazetenin kurulmasına katkı sağlayan Mansoor Jaffer, “O dönemde medya, Apartheid’ın hem yapısal hem de ideolojik yansımasıydı. Ülkede yaşayan insanların yüzde 90’ı, onların çıkarlarını, ihtiyaçlarını, görüşlerini veya seslerini yansıtan bir medyaya sahip değildi” diyor.

Jaffer’in koşutluk kuran saptamaları kayda değer: “Bugün Türkiye’de olup bitenlerin, Kürt örgütlerine ve özgürlük hareketine yapılanların benzerini o dönem Güney Afrika’da yaşadık. Bir kere aktivistlerle ilgili haberlerdeki dil çok problemliydi. Örneğin siyasi bir kimliğe sahip olanlar ‘ayyaş ayaktakımı’ olarak isimlendiriliyordu. “Sadece ANC de değil, aynı şekilde Pan Afrikanist Kongre (PAC) veya diğer örgütler de medya tarafından kriminalize ediliyordu. ‘Save the Press’ (Basına sahip çık) kampanyası, Grassroots gazetesinin yasaklanması ve gazetecilerin tutuklanmasından sonra başlatıldı. Başlangıç itibariyle amacımız, medya üzerindeki saldırıları durdurmaktı. Büyük emeklerle yarattığımız alternatif medyayı sahiplenme görevi ile karşı karşıyaydık. 1990’da müzakereler başladı. Apartheid rejimi, ANC ile masaya oturmayı kabul etmişti. Müzakerelerin yürütüldüğü o süreçte çok sayıda faili meçhul cinayeti işlendi, insanlar devlet güçlerince trenlerin önüne atıldı. Gazeteler buna ‘black and black violence’ diyordu. Ama biz buna devlet destekli üçüncü kuvvet şiddeti diyorduk. 1994 yılında bu süreç sona erdi, seçimlere gidildi. Ama o müzakere süreci aynı zamanda medyayı dönüştürme süreciydi de. Bütün toplum için daha kapsayıcı yeni basın düzenlemelerine gidildi.”

Bugün Güney Afrika’da kurtuluş hareketinden iktidar partisine evrilen ANC’nin siyasi tavizleri de tartışma konusu. Irkçı baskının sınıfsal baskıya dönüştüğü yönünde tepkiler dile getiriliyor. Kendi kıtalarında uygun yaşam koşullarını bulamamış Afrikalı göçmenler ise İsrail’den Almanya’ya, İspanya’dan Rusya’ya en kolay av olarak sürekli hedef tahtasında. Siyahi yabancılar, Rusya’da artık neredeyse her gün saldırıya uğruyor.Rus basınında milliyetçi Rus gençlerinin başta Kafkasya ve Afrika kökenliler olmak üzere esmer ve siyahi yabancılara saldırdıklarına ve bu saldırıların birçoğunun ölümle sonuçlandığına dair haberlere rastlamak mümkün. Aşırı milliyetçi Rusya Liberal Demokrat Parti lideri Vladimir Jirinovskiy ise daha da ileri giderek Rus olmayanların Sibirya’ya sürülmesini dahi teklif edebiliyor. Nüfusunun yaklaşık 20 milyonu Müslüman olan ve çok karmaşık bir etnik yapıya sahip olan Rusya Federasyonu, Çeçenistan ile askerî, Tataristan ve diğer cumhuriyetlerle diplomatik sorunlar yaşıyor. Basının ötekisini de bu ekonomik ve siyasi koşullar belirliyor.

 

Kategoriler

Güncel Basın